40 KONUDA
HÜCRE
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
GİRİŞ
Bir yapı veya eserdeki harikalığı anlayabilmek ve takdir
edebilmek için, çoğu zaman o yapı veya eser hakkında detaylı bilgi edinmek,
onun hakkında düşünmek gerekir. Örneğin Mısır piramitleri hakkında detaylı
bilgisi olmayan biri, bunları sadece çöl ortasındaki taş yığınları olarak
görebilir, hatta neden dünyanın 7 harikasından biri olduklarına bir anlam
veremeyebilir. Ancak bu piramitlerin her birinin ortalama 2.5 ton ağırlığında,
yaklaşık 2.3 milyon taş bloktan oluştuğu, piramitlerin araziye
yerleştirilmesinde kullanılan geometri bilgisi, taşların kesimindeki titizlik,
yapının dev boyutu ve bu piramitlerin yapıldığı dönemdeki koşul ve teknoloji
öğrenildiğinde, ortada gerçekten bir harika olduğu açıkça görülecektir. Piramitlerin
iç mimarisi, içlerindeki dehlizler ve daha birçok sır nokta öğrenildiğindeyse,
bu harikalara duyulan hayranlık daha da artacaktır.
Bu örnekte olduğu gibi, dış görünüşünün mükemmelliği
yanında birçok harika özelliğe sahip olan insan vücudu için de aynı durum söz
konusudur. İnsan eğer detayları öğrenmez ve bunlar üzerinde düşünmezse, her an
iç içe yaşadığı mucizelerin farkına varamaz. Oysa, karşıdan gelen arabanın
kendisine çarpacağını zannedip korktuğunda, gribe yakalandığında, kan basıncı
yükseldiğinde ya da bir arkadaşı ile karşılaşıp selamlaştığında, her insanın
vücudunda olağanüstü olaylar gerçekleşir. Saniyeler, hatta saliseler içinde
gözle görülemeyecek kadar küçük moleküller, insanın içinde arı gibi çalışarak,
insanın kendisinin dahi anlamakta güçlük çekeceği kadar karmaşık olan ve çok
fazla bilgi ve uzmanlık gerektiren işler yaparlar.
Tüm evreni, canlıları ve insanı yaratan Yüce Allah,
şüphesiz bu kusursuz sistemleri ve muhteşem yetenekleri olan molekülleri bir
amaçla yaratmıştır. Bu nedenle akıl ve vicdan sahibi her insan, Allah'ın
yaratışındaki mucizeleri öğrenmeli ve bunlar üzerinde düşünmelidir. Bunları
öğrenmek, bu harikaları yaratan Rabbimiz'in sonsuz gücünü, ilmini, aklını,
büyüklüğünü ve azametini daha iyi kavramamıza vesile olur. Allah'ın ayetinde
bildirdiği gibi "…Kulları içinde
ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar..." (Fatır
Suresi, 28)
Bu kitap, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz'in varlığının
bazı delillerini, O'nun yaratışındaki kusursuzluğu herkesin kolayca görüp anlayabileceği
ve üzerinde düşünebileceği şekilde anlatmak için hazırlandı. İnsan, Allah'ın
yarattığı bir varlıktır. Kitap boyunca da görüleceği gibi, atomlarına, en küçük
molekülüne kadar Allah'ın ilmiyle hareket etmektedir ve evrendeki tüm varlıklar
gibi O'nun gücüne boyun eğmiş durumdadır.
AKILLI
TASARIM YANİ YARATILIŞ
Allah'ın yaratmak için tasarım yapmaya
ihtiyacı yoktur
Kitap
boyunca yer yer kullanılan 'tasarım' ifadesinin doğru anlaşılması önemlidir.
Allah'ın kusursuz bir tasarım yaratmış olması, Rabbimiz'in önce plan yaptığı
daha sonra yarattığı anlamına gelmez. Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin
Rabbi olan Allah'ın yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı
yoktur. Allah'ın tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden
münezzehtir.
Allah'ın,
bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca
"Ol!" demesi yeterlidir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bir şeyi dilediği
zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin
Suresi, 82)
Gökleri ve yeri
(bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona
yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
40 KONUDA HÜCRE
1.
KONU
KANDAKİ
SIVI ORANINI KONTROL
EDEN
DENETÇİLER
İnsan
vücudundaki su miktarı son derece önemlidir. Suyun belirli bir seviyenin altına
düşmesi veya vücutta gereğinden fazla su birikmesi insan hayatı için tehlikeli
sonuçlar doğurmaktadır. Peki siz vücudunuz için en ideal su miktarının ne
olduğunu biliyor musunuz? Dahası her an vücudunuzdaki su oranını tespit edip,
gerekli miktarı sağlayabilecek önlemleri alabiliyor musunuz? Elbette ki hayır.
Belki de bu satırları okuyana kadar bu konu hakkında hiç düşünmediniz bile.
Çünkü vücudunuzda, bu önemli görevi sizin için kusursuzca yerine getiren
olağanüstü bir sistem bulunmaktadır. Bu sistemin detayları insanı hayran
bırakan birçok yaratılış mucizesi içerir. Şimdi bu sistemi inceleyelim:
Beyindeki
hipotalamus hücrelerinin zarlarında alıcılar bulunmaktadır. Bu alıcılar kandaki
sıvı miktarını ölçmekle görevlidirler. Dikkat edilirse, kandaki sıvı miktarını
ölçenler, laborant veya doktorlar değil, gözle dahi göremediğimiz kadar küçük
olan hücrenin incecik zarındaki çok minik alıcılardır. Bu alıcıların
üstlendikleri görevin ne kadar büyük bir bilgi, yetenek ve teknik
gerektirdiğini anlamak için şöyle bir kıyaslama yapalım: Bir insanın önüne bir
şişe kan konduğunda, bu kanın içindeki sıvı oranını söyleyemez. Böyle bir
hesabı yapabilmek için konu hakkında uzmanlık bilgisine sahip olması gerekir.
Bu da yeterli değildir. Ayrıca gerekli ölçümleri yapabileceği bir laboratuvara
ve donanıma ihtiyacı vardır. Oysa, hücre zarındaki alıcılar, hiçbir bilgileri
olmadan, hiçbir donanım da kullanmadan bu ölçümü, insan yaşadığı sürece
kusursuzca yaparlar. (şekil 1)
Bu
küçük alıcıların sorumlulukları bununla da bitmez. Eğer kandaki sıvı oranının
olması gereken seviyenin altına düştüğünü tespit ederlerse, hemen bunun için
gerekli önlemi alırlar. Bu olağanüstü bir durumdur. Ayrıca alıcılar sadece sıvı
oranını tespit etmekle kalmazlar, en ideal sıvı oranını da bilerek, gerekirse
alarm durumuna geçerler. (şekil 2) Alarm durumuna geçen alıcı, hemen beynin
arka kısmındaki hipofiz bezine mesaj gönderir. (şekil 3)
Burada
üstünde durulması gereken önemli sorular bulunmaktadır. Bu alıcılar hipofiz
bezinin yerini ve varlığını nasıl bilmektedirler? Ayrıca, alarm
durumundalarken, kendilerine yardımın hipofiz bezinden geleceğini nasıl
öğrenmişlerdir? Şüphesiz bu soruların cevabı Yüce Rabbimiz'in ilhamıdır. Sonsuz
kudret sahibi olan Yüce Allah, yarattığı her canlıya olduğu gibi bu alıcılara
da en kusursuz ilimle görevlerini ilham etmektedir.
Hipofiz
bezi, mesajı alır almaz hemen kendisinde depolanmış olan vazopressin adlı
hormonu kan dolaşımına daha fazla miktarda bırakmaya başlar. Ancak burada
düşünülmesi gereken bir nokta vardır: Hipofiz bezinin aldığı mesaj ne tür bir
mesajdır? Başka bir organdan gelen bir mesajı hipofiz bezi nasıl anlayabilir ve
mesajı nasıl değerlendirerek hemen harekete geçebilir? Bunlar olağanüstü ve
şükre vesile olması gereken mucizelerdir. (şekil 4)
Hipofiz
bezinin kan dolaşımına bıraktığı vazopressin ise hipotalamustaki hücreler
tarafından üretilen bir hormondur. Birazdan inceleyeceğimiz son derece önemli
görevleri olan bu hormonun formülünü, hipotalamustaki hücreler nereden
bilmektedirler?
Bu
hormonun formülü DNA'ya şifrelenmiştir. Elbette ki bunlar Yüce Allah'ın
mucizevi yaratış delillerinden yalnızca biridir. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki,
insan vücudundaki tüm hücrelerin çekirdeğindeki DNA'larda vazopressin hormonuna
ait şifreler bulunmaktadır. Ancak bu şifreyi ne karaciğer hücreleri ne mide ne
de kas hücreleri kullanmamakta, sadece hipotalamus hücreleri kullanarak, bu
hormonu üretmektedirler. Bu dağıtım nasıl yapılmıştır? Diğer hücrelerde bu
şifreyi kullanmalarını engelleyen nedir?
Vazopressin
hormonu ile ilgili harikalar bunlarla da sınırlı değildir. Vazopressin hormonu
üretildikten sonra, bir başka proteinin içine paketlenerek hipofiz bezine
transfer edilir ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere burada depolanır.
Küçücük bir hücre içinde, hayal bile edilemeyecek kadar küçük yapılar, son
derece kusursuz detaylarla organize edilmiş bir fabrikanın farklı birimleri
gibi çalışırlar. (şekil 5,6,7)
Mesaj
geldikten sonra hipofiz bezindeki depodan kan dolaşımına bırakılan vazopressin
hormonları, derhal böbreğe ulaşırlar. (şekil 8) Bu arada hatırlatmak gerekir
ki, vazopressin hormonları beyindeki hipofiz bezinden yola çıkmışlardır ve
böbreklere ulaşıncaya kadar birçok organın yanından geçerler, ancak bu
hormonlar sanki nereye gideceklerini, yollarını ve amaçlarını biliyorlarmış
gibi, asla kaybolmadan veya başka bir organa gitmeden doğruca böbreklere
ulaşırlar. Böbreklere gitmelerine dair emri nasıl almakta ve sözü edilen
şuursuz moleküller nasıl olup da bu emri anlayarak yollarını
bulabilmektedirler?
Böbreğe
ulaşan vazopressin hormonları, böbrekteki milyonlarca mikro kanalcığın
çevresinde bulunan alıcılara kilitlenirler. Bu alıcılar, vazopressin için özel
olarak yaratılmışlardır ve anahtarın kilide uyması gibi birbirlerine
uygundurlar. (şekil 9) Bu uygunluk nasıl sağlanmıştır? Herhangi bir insan eğer
işinin ehli değilse, birbirine tam olarak uyan iki farklı şekli oluşturmakta
zorlanabilir. Oysa vücut içinde bunun birçok örneği vardır. Ayrıca, her iki
parça, yani vazopressin hormonu ve böbrekteki alıcılar, vücudun bambaşka
yerlerindeki çok farklı hücreler tarafından inşa edilmektedirler. Buna rağmen
kusursuz bir uyum meydana gelmektedir. Bu uyum ise Rabbimiz'in kullarına bir
rahmetidir.
Bu
kilitlenme ile böbreğe "İdrar sıvısında bulunan su moleküllerini
yakala" emri verilmiş olur. Bu haberleşme sistemi sayesinde idrarda
bulunan su moleküllerinin büyük bir bölümü arıtılır ve tekrar kana
karıştırılır. Sonuçta idrar miktarı azaltılmış ve vücuda su kazandırılmıştır.
Eğer
gereğinden fazla su içilmişse bu sefer mekanizma tam tersine işler. Kandaki su
yoğunluğu yükselir. Bu yükselme sonucu hipotalamusta bulunan algılayıcılar,
vazopressin hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatırlar.(şekil 10)
Vazopressin hormonu azalınca idrar sıvısı artar ve kandaki su miktarı normal
seviyesine getirilmiş olur.
Bu
kusursuz sistem, vücuttaki sistemlerden sadece çok küçük bir kesittir ve bu
küçük kesit dahi hiçbir şeyin başıboş olmadığının, sonsuz akıl, ilim ve güç
sahibi Allah'ın bu sistemi her an kontrol altında tuttuğunun delillerinden
sadece bir tanesidir.
2.
KONU
VÜCUTTAKİ
KUSURSUZ GÜVENLİK SİSTEMİ
Vazopressin
hormonunun bir başka özelliği daha bulunmaktadır; kan damarlarını kasar ve
böylece kan basıncını artırabilir. Bu da çok özel tasarlanmış bir
güvenlik-sigorta sistemidir ve insanın özel bir yaratılışla var edildiğinin bir
başka delilidir. Bu güvenlik-sigorta sisteminin çalışabilmesi için yine geniş
çaplı bir planlama yapılmıştır. Kalbin kulakçık bölgesinin ve kalbe gelen
damarların içine kan basıncını ölçen çok özel alıcılar yerleştirilmiştir.
Bilindiği
gibi bir insanın kan basıncını ölçebilmesi için teknolojik bir alet kullanması
gerekir. Bu aletler birçok farklı daldan uzmanın iş birliği ile
geliştirilmiştir ve ileri bir teknoloji ile üretilmektedirler. Oysa, kalbimizde
aynı görevi, çıplak gözle görmemizin imkansız olduğu, çok küçük moleküller
üstlenmiştir. Peki bu alıcılar, kan basıncını nasıl ölçerler, basınçtaki
farklılığı nasıl algılarlar? Bunlar hissi, duyu organları ve dahası
hissettiklerini algılayacak şuurları olmayan atomlardır. Ayrıca bu alıcılar
kalbe, tam olması gereken yere nasıl yerleşmiştir? Tüm bu soruların cevapları,
insana Allah'ın varlığını ve O'nun ilminin yüceliğini göstermektedir.
Bu
alıcılardan çıkan sinirler ise, sanki bir kablo bağlantısı yapar gibi, hipofiz
bezine bağlanmışlardır. Normal kan basıncı altında bu alıcılar sürekli olarak
uyarılmakta ve bu kablolar aracılığı ile hipofiz bezine durmaksızın bir
elektrik akımı göndermektedirler. (şekil 11) Hipofiz bezi ise bu sinyalleri
aldığı sürece, vazopressin hormonunun salgılanmasını engellemektedir. Bu bir
güvenlik şirketinin çalışma sistemine benzer. Güvenlik şirketinin daima hazır
olarak bekleyen görevlileri, alarm sisteminin kurulu olduğu evden olumlu
mesajlar aldıkları sürece harekete geçmezler. 1
Peki,
güvenlik şirketi, yani hipofiz bezi ne zaman harekete geçer? Ciddi bir kanama
durumunda insan çok kan kaybeder ve damarlarında bulunan kan miktarı azalır. Bu
da kan basıncının düşmesi anlamına gelir ki, düşük kan basıncı hasta açısından
çok tehlikelidir.
Kan basıncı düştüğü anda damarların ve kalbin içinde
bulunan alıcıların hipofize gönderdikleri sinyal de kesilir. Bu da hipofizin
alarm durumuna geçmesine ve vazopressin hormonu salgılamasına neden olur.
(şekil 12) Hipofizin sinyalin kesilmesini hemen fark ederek gerekeni yapması
ise son derece şuurlu bir harekettir. Oysa, bu şuurlu hareketlerin tamamı bazı
atomların birleşmesinden oluşan küçük moleküllere aittir.
Vazopressin hormonu derhal kan damarlarının etrafında
bulunan kasların kasılmasına neden olur ve bu işlem kan basıncının yükselmesini
sağlar. Oldukça kompleks olan, birbirine bağımlı çalışan ve birçok parçadan
oluşan bu sistemin, üzerinde düşünülmesi gereken birçok detayı vardır.
Vazopressin hormonunu üreten hipotalamus hücreleri,
kendilerinden çok uzakta bulunan damarların etrafındaki kas hücrelerinin
yapısını nereden bilmektedirler?
Kan basıncının artması için bu damarların kasılmaları
gerektiğini nasıl öğrenmişlerdir?
Bu hücrelerin kasılmalarını sağlayacak kimyasal formülü
nasıl üretebilmektedirler?
Kalp ve hipofiz arasındaki iletişim ağının kabloları
döşenip böyle kusursuz bir alarm sistemi nasıl meydana gelmiştir?
Şüphesiz ortada mükemmel bir yaratılış vardır. Ve bu
insanın şuursuz tesadüfler sonucu değil, Allah'ın yaratması ile var edildiğini
göstermektedir. Evrimcilerin, vücuttaki haberleşme ve alarm sisteminin
tesadüfen var olduğunu, hücrelerin kendi kendilerine bu sistemi aklettiklerini,
tasarladıklarını ve inşa ettiklerini iddia etmeleri büyük bir mantık
çöküntüsünün sonucudur. Böyle bir iddia, bir arsaya yığılan çimento, tuğla,
elektrik kablosu gibi malzemelerin, çıkan bir fırtına sonucunda önce tesadüfen
bir gökdelen meydana getirdiklerini, sonra ardından çıkan ikinci bir fırtına
ile bu gökdelenin içine elektrik sistemi döşediklerini, üçüncü bir fırtınada
ise, binanın içine mükemmel bir güvenlik sistemi kurduklarını iddia etmeye
benzer. Akıl ve vicdan sahibi hiçbir insan böyle mantıksız bir iddiayı kabul
etmez. Ancak, evrimcilerin iddiası bundan daha da mantıksızdır. Yüce Allah'ın
varlığını inkar etmek konusunda (Allah'ı tenzih ederiz) ısrar içinde olan
evrimciler, söylediklerinin ne kadar akıl dışı olduğunu göz önünde
bulundurmaksızın evrim teorisini savunurlar. Oysa Yüce Allah'ın varlığı ve
gökten yere her şeyi mükemmel bir yaratılış ile var ettiği çok açık bir
gerçektir.
3.
KONU
ANNE
SÜTÜ VE OKSİTOSİN HORMONU
Anne
sütü, Allah'ın yarattığı sayısız mucizeden yalnızca biridir. Anne sütünde yeni
doğmuş bir bebeğin her türlü ihtiyacı bulunmaktadır. Dahası, bebeğin gelişim
aşamalarında değişen ihtiyaçlarına göre anne sütünün içeriği de değişmektedir.
Bilim adamlarının laboratuvarlarda dahi bir benzerini üretemedikleri anne
sütünü üretenler ise, annenin göğsündeki bazı hücrelerdir. Bu hücreler, anne
sütünün eşsiz formülüne sahiptirler ve ne zaman üretime başlamaları
gerektiğini, ne zaman ürettikleri maddenin içeriğini değiştirmeleri gerektiğini
bilirler.
Peki anne sütünün üretimi nasıl başlar ve bu üretim nasıl
kontrol edilir? Bu sorunun cevabında yine birçok yaratılış mucizesi gizlidir.
Süt üretiminde hormonal sistem ve sinir sistemi ortaklaşa görev yaparlar.
Kusursuz bir bilgi akışı ve planlama sonucunda bu üretim gerçekleştirilir.
(şekil 13)
Annenin göğsünde bulunan süt bezlerini harekete geçiren
çok özel bir hormon vardır. Bu hormon prolaktin hormonudur. Prolaktin hormonu
hipofiz bezinden salgılanır.
Ancak hamilelik döneminin başında prolaktin hormonunun
salgılanmasını kısıtlayan bazı faktörler vardır. Bu faktörleri yokuş aşağı inen
bir arabanın fren pedalına basılması gibi düşünebiliriz. Araba aşağı doğru
hareket etme eğilimindedir, ancak frene basılı olduğu sürece hareket edemez.
Yani süt üretimi frenlenmiş olur.
Prolaktin hormonunun frenlenmesi çok yerinde bir karardır.
Çünkü bebek daha doğmadığı için annenin erken süt salgılamasının bir yararı
yoktur. Peki bu frene nasıl basılır? Prolaktinin gereğinden erken salgılanması
nasıl engellenir? Burada mükemmel bir sistem devreye girer. Beynin hipotalamus
bölgesi, prolaktin hormonunun üretimini engelleyen bir hormon salgılar. PIH
(Prolaktin Inhibiting Hormon- Prolaktin Engelleyici Hormon) olarak
isimlendirilen bu hormon prolaktin üretimini yavaşlatır, yani bir anlamda frene
basar.
Peki frene basılması nasıl sağlanır? Hamilelik döneminde
üretilen östrojen isimli bir hormon, hipotalamusun frene basmasını, yani PIH
üretmesini sağlar. (şekil 14, 15) Bebeğin doğumuyla birlikte östrojen salgısı
azalır. Östrojenin azalması PIH'ın azalmasını sağlar. Bu işlem ayağın frenden
yavaş yavaş kalkmasına ve arabanın yokuş aşağı hareket etmesine benzer. (şekil
16) Böylece prolaktin üretimi yavaş yavaş artar. Prolaktin hormonu da süt
bezlerini anne sütü üretmeleri için harekete geçirir.
Ortada gerçek bir yaratılış harikası bulunmaktadır.
Hamileliğin ilk aylarında süt üretimi bu tasarım sayesinde engellenmiştir.
Şimdi bütün bu sistem üzerinde dikkatli bir şekilde düşünelim:
Prolaktin hormonunu üreten hipofiz hücreleri, süt
bezlerini nereden tanımaktadırlar? Süt üretmekle görevli hücrelere "süt
üret" emrini hangi akıl ve şuurla vermektedirler?
Doğum öncesinde prolaktin üretimini engelleyen hormonlar,
sütün henüz üretilmemesi gerektiğini, bir süre daha beklenmesi gerektiğini
nereden bilirler?
Bu hormonlar süt üretimini prolaktinin yaptığını ve süt üretimini
engellemek için prolaktin hormonunun üretiminin engellenmesi gerektiğini nasıl
öğrenmişlerdir?
Bütün bu mucizevi sistemi yaratan alemlerin Rabbi olan
Allah'tır. Ve her şey O'nun ilham ettiği şekilde hareket etmektedir.
4.
KONU
KALSİYUM
ÖLÇERLER
Kandaki
kalsiyum, miktarı, insanın hayatta kalabilmesi için son derece önemli bir
faktördür. Bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için nasıl nefes almaya ve su
içmeye ihtiyacı varsa, kanında belli bir miktarda kalsiyum bulunmasına da
ihtiyacı vardır. Kandaki kalsiyum miktarı olması gerekenin altına düştüğünde,
insan yaşamını yitirir.
Kalsiyum, vücudumuzda birçok hayati fonksiyonun
gerçekleşmesini sağlar. Kalsiyum olmadan kan pıhtılaşmaz, bu durumda küçük bir
yara veya kesik dahi insanın kan kaybından ölmesine neden olabilir. Kalsiyum
sinir uyarılarının iletilmesinde de çok önemli bir rol alır. Kalsiyum aynı
zamanda kasların çalışmasını ve kemiklerin sağlamlığını da sağlar. Yetişkin bir
insan vücudunda yaklaşık 2 kg kadar kalsiyum bulunur. (şekil 17) Bu kalsiyumun
yüzde 99'u kemiklerde depo edilmiştir. Geri kalanı ise metabolizma ile ilgili
işlevlerde kullanılır. Vücut fonksiyonlarının devam etmesi için de yaklaşık
olarak 0.5 gramlık kalsiyumun kanda dolaşması yeterlidir.2
Şimdi şu hayali örnek üzerinde düşünelim: Önünüze özel
bir şişe içinde 1 litre kan konulmuş olsun. Ve bu kanın ameliyatta bekleyen bir
hastaya nakledileceği, ancak bir problem olduğu söylensin. Bu kanın içinde
kalsiyum eksikliği bulunduğu, ancak ne kadar eksik olduğunun tespit edilemediği
belirtilsin. Ayrıca size kullanmanız için büyükçe bir kapta kalsiyum tozu da
verilmiş olsun ve sizden eksik miktarı tamamlamanız istensin. (şekil 18)
Acaba ne yapardınız?
Öncelikle yapmanız gereken, önünüzdeki kanda ne kadar
kalsiyum bulunduğunu ölçmek olacaktır. Ancak bunun için çok gelişmiş teknolojik
aletler gereklidir ki, buna zaman ve imkan o an için yoktur. Bu durumda oldukça
çaresiz kalırsınız.
Ancak tüm insanların vücudunda her an kalsiyum oranını
hesaplayarak gerekli önlemleri alan muhteşem bir mekanizma bulunmaktadır:
Tiroid bezi ve tiroid bezinin içerisine gömülmüş bulunan bir başka hormonal bez
olan paratiroid bezleri, vücutta kalsiyum dengesinin sağlanması için son derece
akılcı bir plana uyarak çalışırlar. Özellikle paratiroid bezinin tek görevi,
bütün ömrünüz boyunca, gece-gündüz kanınızda ne kadar kalsiyum bulunduğunu
ölçmek ve kalsiyum oranını en ideal ölçülerde tutmaktır. (şekil 19)
Paratiroid bezi ürettiği son derece özel bir yaratılışa
sahip parathormon vasıtasıyla kanda bulunan kalsiyum oranına müdahale eder.
Eğer kanda kalsiyum miktarı düşerse hemen parathormon salgılar.3 (şekil
20)
Paratiroid bezi küçük bir et parçasıdır. Hücrelerin
biraraya gelmesinden oluşan bir et parçası, önünden akan kan ırmağı içinde
bulunan kalsiyum atomlarını nasıl tespit eder? Gözü, kulağı, elleri olmayan
hücreler, kanda bulunan tuz, glikoz, yağ, amino asitler, proteinler, hormonlar,
enzimler, laktik asit, karbondioksit, azotlu atık, sodyum, potasyum, üre, ürik
asit, demir, bikarbonat gibi binlerce farklı madde arasından kalsiyum
atomlarını nasıl teşhis edebilir? Hücre, kalsiyumu nasıl tanır? Kalsiyumun
kanda ne kadar bulunması gerektiğini nereden bilir? Kalsiyum miktarını hangi
şuur ile ölçer? Kalsiyumun az mı yoksa fazla mı olduğuna nasıl karar verir?
Bu noktada tekrar hatırlatmak gerekir ki, bu hücreler
akıl ve şuur sahibi olmayan, milimetrenin ancak %1'i büyüklüğünde varlıklardır.
Bu varlıkların bizim adımıza kandaki kalsiyum miktarını başarı ile ölçebiliyor
olmaları, sonsuz ilim sahibi Yüce Allah'ın yaratışının delillerinden sadece bir
tanesidir.
Paratiroid hücreleri yaptıkları ölçümler sonucunda
kalsiyum miktarının düştüğüne karar verirlerse hemen parathormon salgılarlar.
Peki parathormon kalsiyum miktarını nasıl yükseltecektir? Bu küçük molekül
nereden kalsiyum bulabilecektir? Parathormon, her biri için çok geniş biyoloji
bilgisine sahip olunması gereken 3 ayrı yoldan kan için kalsiyum kaynağı bulur:
1. Kemiklerde
bol miktarda kalsiyum bulunur. Parathormon, kalsiyumun bir kısmını kemiklerden
ödünç alır. Kemik hücreleri, kalsiyumu depolarlar ve normal şartlarda bırakmak
istemezler. Ancak parathormonun formülü ile karşılaştıklarında doğal olarak bir
miktar kalsiyumu serbest bırakırlar. (şekil 20)
2. İdrarla
birlikte bir miktar kalsiyum vücuttan atılmaktadır. İdrardaki kalsiyumun tekrar
kana karıştırılması gerekmektedir. Bunun içinse, böbrek hücrelerinin idrardaki
kalsiyum moleküllerini yakalamaları ve geri almaları gerekir. Bu kez
parathormon böbrek hücrelerine bu emri verir ve böbrek hücreleri bu emre itaat
ederek, kalsiyum moleküllerini geri toplarlar. (şekil 21)
3. Son yöntem ise, vücuda giren kalsiyumun en fazlasıyla
kullanıma geçirilmesidir. Yediğiniz besinlerdeki kalsiyumun kana karışması ince
bağırsakta gerçekleşmektedir. Ancak kalsiyumun geri emilmesi için bağırsak
hücrelerinin aktif hale gelmiş D vitaminine ihtiyaçları vardır. Bu noktada
büyük bir problem ortaya çıkmaktadır; çünkü yediğiniz besinler yoluyla elde
ettiğiniz D vitamini aktif halde değildir.4 Bağırsaklarınızın daha
çok kalsiyum emmesi, dolayısıyla kandaki kalsiyum miktarını artırmanız için bu
problemi ortadan kaldırmanız gerekmektedir. Yani aktiflenmemiş D vitamininin
kimyasal yapısını değiştirecek ve aktiflenmiş bir hale getirecek çok özel bir
molekül bulmak zorundasınız. Bu molekül yine parathormondur. (şekil 22)
Şimdi bu noktada çok dikkatli bir şekilde düşünmek
gerekir. Kanda bulunan kalsiyum miktarının artırılması için birbirinden
bağımsız 3 farklı yol bulunmaktadır ve birbirinden çok farklı bu üç sistemin
çalışmaya başlamasını sağlayan anahtar aynıdır. Bu anahtar üç sistemin de
kontağını çevirmektedir. Daha da hayranlık uyandırıcı olan, birbirinden çok
farklı yapıda bulunan ve çok farklı çalışma şekilleri bulunan bu sistemlerin
kontakları çevrildiği zaman, elde edilen sonucun aynı olmasıdır: "Kanda
bulunan kalsiyum miktarını artırması."
Peki bu hormonun formülünü paratiroid hücreleri nasıl
bulmuşlardır? Bu molekülün, kemikleri, böbrekleri ve D vitaminini
etkileyeceğini nasıl bilmişlerdir? Nasıl olmuş da tarih boyu yaşamış
milyarlarca insanın paratiroid bezi –hastalık vakaları dışında- bu doğru
formülü üretmeyi başarmıştır? Kemiklerin kalsiyum depoladıklarını, idrar içinde
atılmak üzere olan kalsiyum bulunduğunu ve ince bağırsak hücrelerinin kalsiyum
emmek için aktif D vitaminine ihtiyaçları olduğunu, paratiroid hücreleri
nereden bilirler? Bu üç sistemi çalıştıracak formülü nasıl bulmuşlardır?
Şuursuz hücreler insanı dahi aciz bırakan bu akıl gösterisini nasıl yaparlar?
Hücrelerin üzerinde tecelli eden bu akıl ve planlama,
elbette hücreleri de, kalsiyum molekülünü de, insanı da yoktan var eden, insanı
kalsiyum molekülüne muhtaç bir şekilde yaratan, sonra bu ihtiyacın karşılanması
için kusursuz bir sistem var eden, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin
Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah'tır. Şüphesiz Allah'ın şanı çok Yücedir.
Allah... O'ndan başka İlah
yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir?
O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının
dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün
gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek
Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
5.
KONU
ŞEKER
FABRİKASI
Eğer
ihtiyacınızdan biraz daha fazla şekerli gıda yerseniz, vücudunuzdaki son derece
detaylı ve kusursuz bir sistem kandaki şeker oranının yükselmesini engellemek
için devreye girer:
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde
bulunan milyonlarca molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve
diğerlerinden ayırt eder. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı, yoksa az
mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayar. Gözü, beyni,
elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının
içindeki şeker moleküllerinin oranı hakkında fikir sahibi olması, üzerinde
düşünülmesi gereken bir konudur. (şekil 23)
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker
olduğunu belirlerlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verirler. Ancak bu
depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka
hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir
gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere
"Şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yollar.
"İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk
oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır. (şekil 24)
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi
proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin adlı hormonu
üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
5- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı
ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır. Bu hedef hücrelerden
biri karaciğer hücreleridir.
6- İnsülin hormonunda yazılı olan "Şeker
depolayın" emrini okuyan karaciğer hücreleri ise bu emre kayıtsız şartsız
itaat ederler. Şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak
kapılar açılır. (şekil 25)
7- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Karaciğerdeki depo
hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini
ayırt eder, yakalar ve kendi içlerine hapsederler. (şekil 26, 27)
8- Karaciğer hücreleri, kendilerine ulaşan emre hiçbir
zaman itaatsizlik etmez. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya,
gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmaz. Büyük bir disiplin ve özveri ile
çalışır.
Böylece
siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve
fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman şeker
hızla yükselir ve kişinin komaya girerek ölmesine neden olurdu. Bu o kadar
mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki
şeker normalin altına düşerse, bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon
olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan
hücrelere bu sefer "Kana şeker karıştırın" emrini taşır. Bu emre de
itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar. (şekil 28)
Nasıl
olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu
denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlar? Proteinlerin ve yağ
moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da
insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler? Şuursuz
moleküllerin sergiledikleri bu büyük bilincin kaynağı nedir? Elbette bu
olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve
kudretini gösteren sayısız delilden sadece birkaçıdır. Allah ayetlerinde şöyle
buyurmaktadır:
Şüphesiz, yerde
ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Döl yataklarında size dilediği gibi
suret veren O'dur. O'ndan başka İlah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve
hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 5-6)
6.
KONU
ACİL
YARDIM: ADRENALİN HORMONU
Tehlike
veya bir korku anında her insana yardım eden bir molekül vardır: Adrenalin
hormonu. Bu hormon, örneğin kullandığı uçağı arıza yapan bir pilotun beyin
hücrelerini alarma geçirir, beynine daha çok kan ve şeker gönderir ve pilotun
daha dikkatli olabilmesini sağlar. Aynı zamanda pilotun kalp atışlarını ve kan
basıncını artırır, daha atik ve daha hızlı olabilmesini sağlar; solunum
yollarını açar, böylece daha fazla oksijen almasını ve kas ve beyin hücrelerine
daha çok kan gitmesini sağlar. İskeleti ve kasları daha güçlü kasar, kanda
bulunan şeker seviyesini artırır ve böylece pilotun fazladan ihtiyaç duyduğu
enerjiyi alması için imkan sağlar.
Böbrek
üstü bezlerinin ürettikleri ve depoladıkları bu mucizevi hormon birçok özelliğe
sahiptir ve Allah'ın üstün ilminin ve kusursuz yaratışının bir delilidir.
Öncelikle
adrenalinin yukarıda sayılan etkileri nasıl meydana getirebildiğini
inceleyelim. Tehlikenin ortaya çıkması ile birlikte vücutta alarm düğmesine
basılır. Beyin, böbrek üstü bezlerine yıldırım gibi bir emir gönderir. Böbrek
üstü bezinin iç bölgesinde bulunan hücreler alarm durumuna geçer ve acil olarak
adrenalin hormonu salgılar. Adrenalin molekülleri kana karışır ve vücudun
çeşitli bölgelerine dağılır. (şekil 29,30,31)
Salgılanan
adrenalin molekülleri, beyin, kalp ve kaslar gibi hayati organlara giden
damarları genişletir, böylece bu organların ihtiyacı olan fazla kan temin
edilmiş olur. 5 (şekil 32)
Adrenalin
moleküllerinin yaptığı düzenleme kalbe, beyne ve kaslara giden damarları
açarken, karaciğere ve deriye giden damarları daraltmaktadır. (şekil 33)
Böylece
beden için ihtiyaç duyulan destek en iyi şekilde sağlanmış olur.
Deriye
az kan pompalanmasının bir başka nedeni daha vardır: Bu sayede muhtemel bir
yaralanmada kan kaybetme riski en aza indirilmiş olacaktır. Aşırı heyecan
karşısında deride gözlemlenen soluklaşmanın nedeni de, o anda deriye daha az
kan pompalanıyor olmasıdır.6
Hiçbir
zaman yanlışlıkla kalbe veya beyne giden damarlar daralıp karaciğere veya
deriye giden damarlar genişletilmez. Adrenalin molekülü ne yapması gerektiğini
çok iyi bilir. Bedeninizde bulunan yüzlerce damarın çapı ve bu damarların
nereye ne miktarda kan ilettikleri, gözle görülmeyen bir hormon tarafından
ayarlanmaktadır.
Adrenalin
molekülleri her organ için farklı bir anlam taşır; damara gittiği zaman damarı
genişleten adrenalin molekülü, kalbe gittiği zaman da kalp hücrelerinin
kasılmalarını hızlandırır. Böylece kalp daha hızlı atar ve kaslara fazladan güç
elde edebilmeleri için ihtiyaçları olan kan sağlanmış olur. (şekil 34)
Adrenalin
molekülü kas hücrelerine ulaştığı zaman da kasların daha güçlü bir şekilde
kasılabilmelerini sağlar. (şekil 35) Karaciğere ulaşan adrenalin molekülleri,
burada bulunan hücrelere, kana daha çok şeker karıştırmalarını emreder. Böylece
kandaki şeker miktarı artar ve kasların ihtiyacı olacak fazladan yakıt
sağlanmış olur. (şekil 36)
Bu
çok küçük molekül, ne zaman ne yapması gerektiğini çok iyi bilmekte, ihtiyaç
duyulmadığı sürece insan vücudunu asla alarm durumuna geçirmemektedir. Bunun
dışında hangi hücrelere gitmesi gerektiğini, hangilerine nasıl bir emir vermesi
gerektiğini de çok iyi bilmekte ve bunu hiç unutmamaktadır. Ayrıca tüm bunlar,
hücreleri, organları ve işlevlerini çok iyi tanıdığını ve bildiğini de
göstermektedir. Vücudun ne zaman bu durumdan çıkartılması gerektiği konusunda
da hiçbir zaman yanılmamaktadır.
Aksi
takdirde yani böyle bir hata yaptığında vücutta onarılmaz hasarlar meydana
gelebilir. Ancak, bu küçük moleküller büyük bir sorumluluk bilinciyle
çalışmaktadırlar. Birkaç atomun, belirli bir düzen ile birleşmesinden meydana
gelen, cansız, şuursuz, beyni ve gözü olmayan bir molekülün bu kadar akılcı,
organize ve seri bir şekilde hareket etmesi mümkün müdür? Peki tüm bunları, bu,
gözle görülmeyecek kadar az miktardaki sıvının kendi aklı ve iradesi ile
gerçekleştirmesi mümkün olabilir mi? Elbette ki hayır.
Tüm
bu anlatılanlar, vücudumuzdaki her molekülü Allah'ın yarattığını ve bunların,
hayatımız boyunca her an Yüce Allah'ın gücü, iradesi, kontrolü ve emri ile
faaliyet halinde olduğunu gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Yüce
Allah'ın gücü, kudreti, yaratışındaki üstün ilim ve akıl her an, her yerde
tecelli etmektedir. Kuran'da bildirildiği gibi; "Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi
kuşatandır." (Nisa Suresi, 126)
7.
KONU
VÜCUDU
TEMİZLEYEN LİZOZOM ENZİMLERİ
Vücudumuzda
gün içerisinde bizim farkında olmadığımız birçok işlem gerçekleşir. Eksiksiz
bir şekilde gerçekleşen bu işlemleri hücrelerimiz yapar. Sayıları 100 trilyonu
bulan bu hücrelerin içinde, görevlerini çok iyi bilen birçok yapı vardır. Kimi
enerji, kimi protein üretir, kimi taşıma işlemi yapar, kimi de depo şeklinde
kullanılır.
Hücrenin
içindeki bu yapılardan birisi de lizozomdur. Lizozomu hücrenin öğütme makinesi
olarak tanımlayabiliriz. Bu organelden salgılanan enzimler sayesinde vücutta
birçok "yıkma" işlemi gerçekleşir. Lizozom enzimleri, artık işe
yaramayan hücreleri yıkıp, parçalamalarının veya bir yapının etrafını saran
zarı öğüterek delmelerinin yanı sıra, vücutta sürekli olarak büyümeye devam
eden bazı hücreleri de parçalarlar. Lizozom enzimlerinin gerçekleştirdiği bu
yıkım işlemi, vücut açısından son derece önemlidir. (şekil 37)
Örneğin
hamile olan kadınlarda bebeğin gelişimiyle birlikte rahim normale oranla çok
fazla büyür. Bu sağlıklı bir bebeğin doğabilmesi için gerekli olan bir
aşamadır. Ancak bebek doğduktan sonra artık bu derece geniş bir rahme ihtiyaç
kalmamaktadır. Bu durumda aşırı derecede genişlemiş olan bu organın tekrar eski
haline döndürülmesi gerekmektedir. İşte bu işlemi gerçekleştiren lizozom
enzimleridir. Doğum işlemi bittiğinde belirli hücrelerin lizozomları adeta bunu
haber alır ve ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilerek hemen gerekli enzimleri
salgılamaya başlarlar. Bu enzimler de vücudun sağlığı için hamilelikten sonraki
10 gün içerisinde hızlı bir yıkımla rahmi 1/40 oranında küçültürler. Böylece
rahim eski boyutlarına dönmeye başlar.(şekil 38)
Lizozomlar
ayrıca spermin baş kısmında da bulunurlar. Sperm, yumurtaya ulaştığında onu
saran kılıfı delmek için bünyesinde taşıdığı lizozom enzimlerini kullanır.
Parçalayıcı etkiye sahip bu enzimler, yumurtayı koruyan kılıfı delerek spermin
yumurtayı döllemesini sağlarlar. (şekil 39)
Bu
örneklerde de açıkça görüldüğü gibi vücudumuzdaki her mekanizma birbirini
tamamlayacak şekilde çalışır. Hamilelik sırasında rahmin büyümesini sağlayan
sistemin yanı sıra onu eski haline döndürecek sistem de vardır. Aynı şekilde
sağlam bir kılıfla korunan yumurtayı delebilecek enzim de spermin içine özel
olarak yerleştirilmiştir.
İşte
Darwinistler bu birbiriyle iç içe geçmiş mükemmel sistemin bazı tesadüflerin
sonucunda oluştuğunu ve kusursuz şekilde işlemeye devam ettiğini iddia edecek
kadar akıl ve mantıktan uzaklaşmışlardır. Kendi içlerinde mükemmel bir işleyişe
sahip olan bu mekanizmaların vücudun bütünündeki sistemlerle de uyumlu bir
şekilde çalışması, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğun delillerinden bir
tanesidir. Haşr Suresi'ndeki bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
O Allah ki, yaratandır,
(en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En
güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih
etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
8.
KONU
KAN
BASINCINI KONTROL EDEN
KUSURSUZ
SİSTEM
Vücudumuzda,
kan basıncı düştüğü anda devreye giren kusursuz bir sistem bulunmaktadır. Tıpkı
yangın alarmı algılayıcılarının, ateşin çıkardığı dumanı tespit edecek şekilde
özel olarak dizayn edilmeleri gibi, bu sistem de ancak alarm durumunda, yani kan
basıncı düşünce devreye girer.
Kan
basıncının düşük olması insan için çok tehlikeli bir durum doğurabilir. Bu
yüzden alarm çalıştığı anda kan basıncını artırmak için bir dizi tedbirin
alınması gereklidir. Bu tedbirleri şöyle sıralayabiliriz;
1.
Kan damarları daraltılmalıdır. (Bu daralma, tıpkı uç kısmı sıkılan bahçe
hortumunun daha tazyikli su vermesi gibi kan basıncını artıracaktır.)
2.
Böbreklerden daha çok su emilmeli ve kana karıştırılmalıdır.
3.
En kısa zamanda kişinin su içmesi sağlanmalıdır.
Peki
bütün bunlar nasıl sağlanacaktır? Yine başka bir eşsiz sistem, her insan
bedeninin derinliklerine doğuştan yerleştirilmiştir.
Sistem
şöyle çalışır: Kan basıncı düştüğü anda (ya da kanda bulunan sodyum miktarı
azaldığında), böbreklerde bulunan bazı hücreler durumu fark eder. Bunlar alarm
vericiler olan "jukstaglomerular" (JGA) hücreleridir. Bu hücreler
"renin" isimli çok özel bir madde salgılar.7 (şekil 40)
Hücrelerin,
kan basıncının veya sodyum miktarının düştüğünü tespit edebilmeleri başlı
başına bir mucizedir. Ancak daha da önemlisi hücrelerin renin salgılamalarıdır.
Çünkü "renin" çok aşamalı bir üretim zincirinin ilk halkasıdır.
Kanın
plazmasında bulunan ve normalde kanda dolaştığı halde hiçbir şekilde etkisi
olmayan bir protein vardır. Bu protein karaciğerde üretilen
"anjiotensinojen" proteinidir. Hayranlık uyandıran bir planlamanın
ilk aşaması burada başlar. Çünkü tek başlarına hiçbir işe yaramayan
"anjiotensinojen" ve "renin" aslında birbirleri ile
birleşmek için özel olarak tasarlanmışlardır. Tıpkı bir logonun parçalarının iç
içe geçebilmeleri için birbirlerine uygun olarak imal edilmeleri gibi. (şekil
41)
Burada
düşünülmesi gereken bir nokta vardır: Böbrek hücreleri ve karaciğer hücreleri
vücut içinde birbirlerinden uzaktadır. Nasıl olur da birisi logonun bir
parçasını (renin) üretirken, diğeri bu parçaya tam uyan diğer parçayı
(anjiotensinojen) üretir ve yine nasıl olur da bunlar birbirlerine tam olarak
uygun olurlar? Bunun evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen meydana gelmesi
kesinlikle imkansızdır. Şüphesiz her biri Yüce Allah'ın sonsuz ilmiyle
yaratılmıştır.
Renin,
anjiotensinojen molekülünün yapısını değiştirir ve yeni bir molekül
"anjiotensin I" ortaya çıkar: (şekil 42)
Renin
+ Anjiotensinojen -> Anjiotensin-I
Ortaya
çıkan bu yeni molekülün de bir etkisi yoktur; çünkü üretim zinciri henüz
bitmemiştir. Devreye akciğerde bulunan "ACE" adında ve sadece
"anjiotensin-I" molekülünü parçalamaya yarayan bir enzim girer. Bu
enzim sayesinde "anjiotensin-I" daha farklı bir molekül olan
"anjiotensin-II" molekülüne dönüşür: (şekil 43)
Anjiotensin-I
+ ACE Enzimi -> Anjiotensin-II
Bu
noktada tekrar düşünmek gerekir: Böbrek ve karaciğer hücrelerinin ürettikleri
iki farklı molekül etkileşmiş ve ortaya yeni bir molekül çıkmıştır. Böbrek ve
karaciğer hücreleri ile hiçbir alakası bulunmayan akciğer hücreleri de bu yeni
molekülün tam olarak birleşeceği bir enzim üretmektedir. Üstelik bu enzimi, söz
konusu moleküller birleşmeden çok önce üretmektedir. Nasıl olur da akciğer
hücreleri, daha gerçekleşmemiş olan bir olay ve daha üretilmemiş bir maddeye en
uygun enzimi üretebilmektedir? Bu maddeyi bir başka maddeye çevirecek enzimin
formülünü nereden bilmektedir? Kuşkusuz akciğer hücrelerine bu bilgileri ilham
eden eşi ve benzeri olmayan Yüce Allah'tır.
Anjiotensin-II
adlı enzimin iki hayati görevi vardır: Bunlardan birincisi kan damarlarının
daralmasını sağlamaktır. Anjiotensin II enzimi, kan damarlarının etrafında
bulunan kasları uyarır ve kasılmalarını sağlayan mekanizmayı –ki bu da kusursuz
bir yaratılışın delilidir- harekete geçirir. Böylece kaslar kasılır, damar
çapını daraltır ve kan basıncı artırılmış olur. Bu varılmak istenen birinci
sonuçtur.
Anjiotensin-II
maddesinin ikinci önemli görevi ise, mucizevi bir hormon olan
"aldosteron"u göreve çağırmaktır. Anjiotensin-II maddesi böbrek üstü
hücrelerine ulaşır ve bu hücrelere "aldosteron" salgılamaları emrini
verir. Bu da planın kusursuzluğunun bir başka delilidir. Çünkü aldosteron,
böbrekleri etkileyecek ve böbrekler idrardaki suyu geri emerek kana karıştıracaktır.
Böylece kan basıncı artacaktır. Bu da varılmak istenen ikinci sonuçtur. (şekil
44)
Böbrek,
karaciğer ve akciğerin ortaklaşa çalışması sonucunda üretilen
"anjiotensin-II" maddesinin çok önemli bir görevi daha vardır: Beynin
özel bir bölgesine ulaşmak ve o bölgeyi harekete geçirmek. Bu bölge susama
hissini uyandıran "susama bölgesi"dir.
Ancak
"anjiotensin-II" maddesinin önünde bir engel vardır. Çünkü beyni
korumak için kandan beyin dokusuna geçişi çok zorlaştıran, çok seçici bir
sistem vardır ve buna "kan-beyin bariyeri" denir. Bu sistem beyinde
1-2 noktada bulunmamaktadır ve bu noktalardan biri de "susama
bölgesi"dir. Bu özel yaratılış sayesinde beynin susama bölgesi uyarılır ve
insanda su içme isteği meydana gelir.8 (şekil 45)
Böbreklerin,
akciğer ve karaciğerin bir plan içinde, ortaklaşa ürettikleri maddeler bir
düzen içinde birleşmiş ve sonuçta kan basıncının yükselmesine neden olan bir
hormonun salgılanmasını sağlamışlardır. Bunun için böbrek hücreleri, akciğer
hücreleri ve karaciğer hücrelerinin biraraya gelip bir koalisyon oluşturmaları
gerekir.
Bu
koalisyon önce kan basıncı düştüğü zaman ne yapılması gerektiğini araştırmak
zorundadır. Bu araştırma sonucunda da koalisyonun en ideal çözüme karar vermesi
gerekir: Bu ideal çözüm "kan damarlarının çaplarını daraltmak" ve
"aldosteron hormonunun salgılanmasını sağlamak"tır.
Ardından
yine biraraya gelip, uzun araştırmalar yapıp, böbrek üstü bezlerinin ve damar
kası hücrelerinin anatomilerini, çalışma sistemlerini analiz etmelidirler.
Sonra bu damarların kasılması ve böbrek üstü bezlerinin aldosteron salgılaması
için mucize bir formülü yani "anjiotensin-II" maddesinin moleküler
projesini tespit etmiş olmalıdırlar.
Yapılması
gereken son iş, bu molekülün nasıl üretileceğinin tespit edilmesidir. Her organ
bu molekülün üretim aşamasında bir sorumluluk almalıdır. Çizilen üretim planı
çerçevesinde üç aşamalı bir montaj sistemi uygun görülmeli, her organa bir
görev paylaştırılmalıdır. Böbrek hücreleri "renin" üretmeye,
karaciğer hücreleri "anjiotensinojen" üretmeye, akciğer hücreleri de
"ACE" üretmeye karar vermeli ve görev dağılımı tamamlanmalıdır.
Ardından toplantı sona ermeli ve hücreler ait oldukları yerlere geri
dönmelidir. (şekil 46, 47)
Bu
sistemin her parçası, üzerinde düşünülmesi gereken harikalarla doludur. İnsan vücudundaki
her hücre özel bir görev için yaratılmış, özel niteliklerle donatılmış ve görev
yapması gereken yere yine özel olarak yerleştirilmiştir. İnsan vücudunda
meydana gelen tüm olayları Rabbimiz yaratmıştır ve insan bedenindeki her
ayrıntı da O'nun sonsuz ilminin delillerinden sadece birkaç tanesidir. Yüce
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi:
Göklerin ve yerin
mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan
Suresi, 2)
9.
KONU
BÜYÜME
HORMONU
Yaklaşık
3 kg ağırlığında ve 50 cm boyunda yeni doğan bir bebeğin, yirmi-yirmi beş sene
içinde 80 kg ağırlığında 1.80 m uzunluğunda yetişkin bir insan olmasını
sağlayan nedir?
Bu
sorunun cevabı, hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekülde, büyüme
hormonunda saklıdır.
Büyüme
işlemi iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar.
Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. İşte bu iki işlemi de sağlayan ve
yöneten büyüme hormonudur.
Büyüme
hormonu hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her
hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer büyümesi
gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır.
Örneğin
yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16'da biri
kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır.
Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her
hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece
kalp de büyüyerek yetişkin bir insan kalbi haline gelir. (şekil 48)
Sinir
hücrelerinin çoğalması da bebek henüz anne karnındayken, 6. ayın sonunda biter.
Bu aşamadan doğuma ve doğumdan yetişkinliğe kadar olan devrede sinir
hücrelerinin sayıları sabit kalır. Büyüme hormonu sinir hücrelerine de hacimsel
olarak büyümelerini emreder. Böylece sinir sistemi büyüme çağının bitimiyle
beraber son halini alır. (şekil 49)
Vücutta
bulunan diğer hücreler –örneğin kas ve kemik hücreleri- gelişme dönemi boyunca
bölünerek çoğalırlar. Bu hücrelere ne kadar bölünmeleri gerektiğini bildiren de
yine büyüme hormonudur. (şekil 50, 51)
Bu
durumda şu soruyu sormamız gerekir:
Hipofiz
bezi nasıl olur da hücrelerin bölünmesi veya büyümesi için gerekli olan formülü
bilir? Bu, son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü nohut büyüklüğünde bir et
parçası, vücutta bulunan bütün hücrelere hükmetmekte ve bu hücrelerin hacim
olarak genişleyerek veya bölünerek büyümelerini sağlamaktadır.
Sorulması
gereken bir başka soru da şudur: Bu et parçası böyle bir görevi neden yerine
getirir? Bu hücreler niçin bir ömür boyu, diğer hücrelere bölünmelerini emreden
bir mesaj göndermektedir?
İşte
bu noktada Allah'ın yaratmasındaki mükemmellik bir kez daha ortaya çıkar.
Küçücük bir bölgede bulunan hücreler, trilyonlarca hücrenin bir düzen içinde
bölünmelerini ve büyümelerini sağlamaktadır. Oysa bu hücrelerin insan bedenini
dışarıdan görmelerine, bedenin ne kadar büyümesi ve ne aşamaya geldiğinde
durması gerektiğini bilmelerine imkan yoktur. Bu şuursuz hücreler, vücudun
karanlığı içinde, ne yaptıklarını dahi bilmeden büyüme hormonu üretmekte ve
üretimi durdurmaları gerektiği zaman da durmaktadırlar. Öyle kusursuz bir
sistem yaratılmıştır ki, büyümenin ve bu hormonun salgılanmasının her aşaması
kontrol altındadır.
Büyüme
hormonunun bazı hücrelere hacim olarak büyümelerini, bazı hücrelere de
bölünerek çoğalmalarını emretmesi ayrı bir mucizedir. Çünkü her iki hücreye
ulaşan hormon birbirinin kopyasıdır. Ancak emri alan hücrenin genetik şifresine
ne şekilde hareket etmesi gerektiği yazılmıştır. Büyüme hormonu büyüme emrini
verir. Bunun ne şekilde yapılacağı o hücrenin içinde yazılıdır. Bu da insan
vücudunun her noktasının yaratılışındaki kudret ve ihtişamı bir kez daha
ispatlar.
Burada
çok önemli bir detay daha vardır: Büyüme hormonunun bütün vücut hücreleri
üzerinde etkili olması da son derece büyük bir mucizedir. Bazı hücreler büyüme
hormonuna itaat ederken, bazı hücrelerin bu hormona isyan etmeleri istenmeyen
sonuçlara neden olurdu. Örneğin kalp hücreleri büyüme hormonunun emrettiği
şekilde büyürken, göğüs kafesi hücreleri çoğalmayı ve büyümeyi reddederlerse,
büyüyen kalp küçük kalan göğüs kafesi içinde sıkışır ve sonuç ölüm olurdu.
Ya
da burun kemiği büyürken burun derisi büyümesini durdurursa, burun kemiği burun
derisini yırtarak dışarı çıkardı. Kasların, kemiklerin, derinin ve organların
birbirleriyle uyumlu bir şekilde büyümeleri, her hücrenin teker teker büyüme
hormonuna itaat etmesi sayesinde kusursuz bir şekilde sağlanır.
Büyüme
hormonu, kemiklerin ucundaki kıkırdak dokunun gelişmesi için de emir verir. Bu
kıkırdak, yeni doğan bir bebeğin kalıbı gibidir. O büyümedikçe, bebek de
büyüyemez.9 Burada bulunan hücreler kemiği uzunlamasına büyütürler.
Peki bu hücreler kemiğin uzunlamasına büyümesi gerektiğini nereden bilirler?
Eğer bu kemik yana doğru büyüse bacak uzayamayacak, hatta bacak kemiği bu
bölgede deriyi yırtarak dışarı çıkacaktır. Ancak Yüce Rabbimiz, insan
vücudundaki her detayı ve bilgiyi her hücrenin çekirdeğine yerleştirmiştir.
Böylece kemikler uzunlamasına büyür.
Büyüme
hormonunda görülen bir başka mucize de bu hormonun salgılandığı dönem ve
miktarla ilgilidir. Büyüme hormonu tam olarak gereken miktarda ve en yoğun
olarak da büyüme çağında salgılanır. Bu, çok önemli bir mucizedir. Çünkü
ihtiyaç duyulandan biraz daha az veya biraz daha fazla hormon salgılanması
durumunda oldukça sakıncalı sonuçlar ortaya çıkar. Eğer büyüme hormonu az
salgılanırsa cüceliğe, çok salgılanırsa devliğe yol açar.10
İşte
bu yüzden vücutta büyüme hormonunun salgılanma miktarını düzenleyen çok özel
bir sistem yaratılmıştır. Bu hormonun salgılanma miktarına hipofiz bezinin
yöneticisi sayılan hipotalamus karar verir. Büyüme hormonu salgılanması
gerektiği zaman hipofize "büyüme hormonu salgılattırıcı hormon"
(GHRH) gönderir. Kanda gereğinden fazla büyüme hormonu bulunduğu zaman da,
hipotalamus hipofize bir mesaj (somatostatin hormonu) göndererek, büyüme
hormonunun salgılanmasını yavaşlatır.11 (şekil 52)
Peki
hipotalamusu oluşturan hücreler, kanda ne kadar büyüme hormonu olması gerektiğini
nereden bilmektedirler? Nasıl olur da kanda bulunan büyüme hormonu miktarını
ölçer ve bu duruma göre bir karar verebilirler? Bu durumun ne kadar büyük bir
mucize olduğunu anlamak için şu örnek üzerinde düşünelim:
Bir
insanı özel bir cihaz yardımı ile milyarlarca kez -insan bir hücre boyutuna
inene kadar- küçülttüğümüzü varsayalım. Bu insan, özel bir kapsüle
yerleştirilip hipotalamus bölgesinde bulunan hücrelerden birinin yanına
yerleştirilsin.
Bu
kişinin görevi, önünden geçen kılcal damarın içinde bulunan büyüme hormonu
moleküllerini saymaktır. Eğer bu molekül sayısında bir düşüş veya artış olursa
bunu da tespit etmektir. Bilindiği gibi kan sıvısının içinde binlerce farklı
madde bulunmaktadır. Moleküler yapılar düşünüldüğü zaman bir insanın önüne konulan
şeklin büyüme hormonuna mı yoksa başka bir maddeye mi ait olduğunu bilmesi
(eğer bu konuda uzman bir bilim adamı değilse) imkansızdır. Ancak hipotalamusa
yerleştirdiğimiz insanın milyonlarca molekül içinde büyüme hormonlarını mutlaka
tanıması gerekir. Ayrıca bu hormonun miktarını da her an kontrol etmek
zorundadır. (şekil 53, 54)
Bir
insan için bile oldukça zor görünen bu görevi, şuursuz hipotalamus hücreleri
nasıl yapmaktadırlar? Her an kanda bulunan büyüme hormonu miktarını nasıl
ölçmektedirler? Büyüme hormonunu diğer moleküllerden nasıl ayırt etmektedirler?
Bu hücrelerin molekülleri tanımalarını sağlayacak gözleri, durum
değerlendirmesi yapacak bir beyinleri yoktur. Ancak Allah'ın kurduğu sistem
içinde kendilerine emredilen görevi hatasız bir şekilde yerine getirirler. Bu
kusursuz sistem sayesinde insan son derece orantılı, estetik bir vücuda ve
organlara sahip olur. Allah, yarattığı her şey gibi insanı da mükemmel
özelliklerle birlikte var etmiştir:
O Allah ki,
yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret'
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu
tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
10.
KONU
BEDENİMİZDEKİ
YANILMAYAN SAAT
Herkesin
bildiği gibi, çocukluktan yetişkinliğe geçiş aşaması olan ergenlik döneminde,
her insanın bedeni birçok değişikliğe uğrar. Peki, milyarlarca insanın
bedeninde, hiç şaşırmadan bu değişimlerin zamanını ayarlayan ve değişimi
başlatan mekanizma nedir? Sanki, insan vücudunda alarmı kurulu bir saat vardır
ve bu saatin alarmı çaldığında, alarmı duyan bazı hormonlar harekete
geçmektedirler.
Elbette
ki vücutta bir saat bulunmamaktadır, ancak birazdan da detayları ile görüleceği
gibi, beynin hipotalamus bölgesindeki bazı hücreler, sanki kurulu bir saatin
alarmını duymuş gibi, ortalama 15 sene bekledikleri yerden kalkarlar ve
harekete geçerler. 15 senenin sonunda bir senenin bir gününün belli bir
saatinde hipotalamustaki hücreler GnRH olarak isimlendirilen bir hormon
salgılamaya başlarlar. Bu hormon da hipofiz bezine iki hormonun salgılanması
emrini verir. Salgılanan hormonlar Folikül Uyarıcı Hormon (FSH) ve
Luteinleştirici Hormon (LH)'dur.
Bu
iki hormonun çok önemli görevleri ve mucizevi yetenekleri vardır. Her ikisi de
erkek ve kadın bedeninin farklılaşma ve fiziksel olgunlaşma sürecini
başlatırlar. Bu çok önemli bir ayrıntıdır; çünkü FSH ve LH hormonları bu
değişimi sağlayacak bölgelere uygun olarak tasarlanmışlardır. Ve iki hormon da
ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilircesine hareket ederler.
FSH hormonu kadın bedeninde, yumurtalığın içinde
bulunan yumurta hücrelerinin olgunlaşmalarını ve gelişmelerini sağlar. Bir
başka görevi de, bu bölgeden çok önemli bir başka hormonun, östrojen hormonunun
salgılanmasını sağlamaktır.
FSH hormonu yine aynı
formülle erkek bedeninde de
salgılanır. Ancak bu sefer bambaşka etkilere yol açar. Testis hücrelerini
uyarır ve sperm üretimini başlatır.
LH hormonunun kadın bedenindeki görevi, olgunlaşan
yumurtanın serbest bırakılmasını sağlamaktır. Ayrıca kadınlarda progesteron
isimli bir başka hormonun salgılanmasını sağlar.
LH hormonunun erkek bedeninde farklı bir görevi
vardır. Testislerde bulunan bir grup özel hücreyi (leyding hücreleri) uyarır ve
testosteron isimli hormonun salgılanmasını sağlar.
Bu
hormonların farklı cinslerin bedenlerinde aynı formül ile üretilmeleri ve her
cinste birbirlerinden tamamen farklı etkilere sahip olmaları elbette çok büyük
bir harikadır. Hormonlar, erkek bedeni ve kadın bedeni arasındaki farkı nereden
bilirler? Nasıl olur da aynı formüle sahip bir hormon, erkek bedeninde
testosteron üretilmesini sağlarken, kadın bedeninde progesteron hormonu
üretilmesini sağlar?
Aynı
formülle üretilen hormonlar erkek vücudunu tanıyıp sesini, kas yapısını bir
erkeğe uygun olacak şekilde geliştirirken, kadın bedenindekiler nasıl olup da
kadının kimyasını ve özelliklerini bilip ona göre değişiklikler
yapabilmektedirler? Aynı hormon ile farklı etkilerin ve farklı cinsiyetlerin
oluşmasını sağlayacak bu mükemmel genetik program, hücrelerin içine nasıl
yerleşmiştir? (şekil 55)
Tüm
bu olayların tesadüflere, hücreye ya da hücreleri oluşturan atomlara bağlı
olmadığı son derece açıktır. Erkek ve kadına özgü olacak şekilde ayarlanmış bu
düzenlemeler bilinçli bir yaratılışın ve bir planın varlığını bize
göstermektedir. Hiç şüphesiz bu yaratış tüm kainat gibi her şeyi kusursuz
olarak yaratan alemlerin Rabbi Allah'a aittir. Yaratılıştaki kusursuzluğu
düşünen her insan, bizi yoktan var eden Rabbimiz'i zikrederek O'na
şükretmelidir:
Ey
insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki
sakınasınız. (Bakara Suresi, 21)
Hamd,
gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan
Allah'ındır; O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah, her şeye güç
yetirendir. (Fatır Suresi, 1)
11.
KONU
VÜCUT
SICAKLIĞI AYARLAYAN MUCİZE
MOLEKÜL
Her
insanın normal vücut sıcaklığı 36.5-37 derecedir. Vücudunuzun ısısının
kaynağının ne olduğunu ve bu ısıyı neyin daima sabit tuttuğunu hiç düşündünüz
mü? Evleri ısıtmak için genellikle kalorifer sistemi kullanılır. Bu sistemin
bir de sıcaklığın derecesini ayarlayan termostatı bulunur. Ev sahibi termostatı
istediği dereceye getirerek, evin ısınmasını sağlar. Peki insan vücudundaki
kalorifer sistemi nedir ve termostatın ayarı nasıl yapılmaktadır?
Vücudun
ısı kaynağı, insan vücudundaki 100 trilyon hücredir. Hücrelerin faaliyeti
sırasında belirli bir ısı açığa çıkar ve bu ısı vücudun ısınmasına neden olur.
İşte bu mikro kaloriferlerin her birinin ne kadar ısı vermesi gerektiğini
düzenleyen, yani vücudumuzdaki termostatı Allah'ın ilhamı ile ayarlayan ise
küçücük bir molekül olan tiroksin hormonudur. (şekil 56)
Hücrenin
çalışırken belirli bir ısı yayması, 100 trilyon hücrenin yaydığı ısının
toplamının insan yaşamı için tam gerektiği kadar olması başlı başına bir
mucizedir. Tiroksin moleküllerinin hücrenin ne kadar ısı yayması gerektiğini ve
bu ısının nasıl artırılacağını biliyor olmaları bir yaratılış mucizesidir.
(şekil 57)
Tiroksin
hormonunun salgılanması da ayrı bir yaratılış mucizesidir. Tiroksin hormonuna ihtiyaç
duyulduğu anda hormonal sistemin beyni hipotalamus, hormonal sistemin orkestra
şefi olan hipofiz bezine bir emir (TSH-Tiroid Salgılama Hormonu) gönderir. Emri
alan hipofiz bezi, tiroid bezinin harekete geçmesi gerektiğini anlar. O da
hemen tiroid bezine bir emir (Tirotropin- Tiroid Bezini Harekete Geçirici
Hormon) gönderir. Emir-komuta zincirinin son halkası olan tiroid bezi de
kendisine ulaşan bu emir doğrultusunda hemen tiroksin hormonu üretir ve kan
yoluyla bunu bütün vücuda dağıtır. (şekil 58)
Tiroksin
hormonunun yalnızca görevi değil, salgılanma miktarı da son derece önemlidir.
Peki bu molekülün salgılanma miktarı nasıl belirlenir? Nasıl olur da bu hormon
–hastalık halleri dışında- ihtiyaçtan fazla ya da az salgılanmaz?
Tiroksin
hormonunun salgılanma miktarı da Allah'ın sonsuz ilmi ile yarattığı özel bir
sistem sayesinde belirlenir. Bu sistem iki ayrı ölçüm ve geri-besleme
mekanizmasından oluşmuştur. Bu mekanizmaların her biri benzersiz birer
mühendislik örneğidir.
Kanda
bulunan tiroksin miktarı normalin üzerine çıktığı zaman tiroksin hormonu
hipofiz bezi üzerinde çok ilginç bir etki oluşturur: Hipofiz bezinin TSH, yani
tiroid salgılama hormonuna karşı gösterdiği duyarlılığı azaltır. (şekil 59)
Eğer
biraz dikkatlice düşünülecek olursa, ortada harika bir yapının olduğu
görülecektir. Çünkü TSH hormonunun görevi, hipofiz bezini harekete geçirmek ve
tiroid bezine bir emir göndermesini sağlamaktır. Bu emir, tiroksin hormonunun
üretilmesi için kurulmuş bulunan emir-komuta zincirinin ikinci halkasını oluşturur.
Sistem
öyle detaylı bir şekilde planlanmıştır ki, artan tiroksin kendisini üreten
kaynağın daha fazla üretim yapmaması için son derece akılcı bir tedbir almakta
ve kendi üretimi için kurulmuş olan emir-komuta zincirini kesintiye
uğratmaktadır. Böylece kanda bulunan tiroksinin normalin üzerine çıkmasıyla
beraber tiroksin üretimi otomatik olarak yavaşlayabilmektedir. (şekil 60)
Tiroksin
hormonunun üretim miktarını belirleyen ikinci bir sistem daha vardır. Artan
tiroksin, hipotalamus hücrelerini etkiler. Bu hücreler de TSH üretimini
azaltırlar. Böylece tiroksin üretimi yavaşlar.
Kanda
bulunan tiroksin miktarı azaldığı zaman bu sistem tam ters yönde çalışır.
Tiroksin hormonunun miktarının azaldığını fark eden hipotalamus daha çok TSH
hormonu üretir. Bu da tiroksin hormonunun üretimini artırır. Bu durumda şu
soruları sormamız gerekir; tiroksin hormonu üretimin durması için emir-komuta
zincirinin durdurulması gerektiğini nereden bilmektedir? Hipotalamusta bulunan
hücreler, tiroksin arttığı zaman hormon salgılamayı durdurmaları gerektiğini,
tiroksin azaldığı zaman hormon salgılamayı artırmaları gerektiğini nereden
bilmektedirler? Bu kusursuz sistem nasıl var olmuştur?
Böylesine
ince planlanmış bir sistemin tesadüfen meydana geldiğini düşünmek, bir
bilgisayarın ya da televizyonun tesadüfen meydana geldiğini düşünmekten çok
daha akıl dışı bir iddia olur. Çünkü bu sistemin çalışabilmesi için şu an
burada detayları anlatılmayan, ancak moleküler boyutta gerçekleşen özel
planlanmış yüzlerce ayrıntı bulunmaktadır. Bu sistemi yaratanın üstün bir akıl
ve güç sahibi olan Yüce Allah olduğu çok açık bir gerçektir. Allah'ın ilmi her
yeri sarıp kuşatmıştır:
...Rabbim, ilim
bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"
(Enam Suresi, 80).
12.
KONU
OLAĞANÜSTÜ
HASSAS DENGE
Tiroksin
hormonunun salgılanma miktarı, önceki sayfalarda bahsettiğimiz hayranlık
uyandırıcı sistemler sayesinde garanti altına alınmıştır. Ancak bütün bunların
yanı sıra, herhangi bir kriz durumuna karşı kanda bulunan tiroksin miktarını
sabit tutan olağanüstü bir sistem daha vardır.
Tiroid
bezi tarafından kana salgılanan tiroksin molekülleri, sırf bu iş için özel
olarak tasarlanmış bir taşıyıcı moleküle bağlanır ve kanda bu şekilde
dolaşırlar. Ve bu moleküle bağlı oldukları sürece görevlerini yapamazlar. 10
bin tiroksin molekülünden sadece 4 tanesi kanda serbest bir şekilde bulunur.
Hücrelerin metabolizma hızlarını etkileyen tiroksinler de işte bu her 10.000
tiroksin molekülünden 4 tanesidir.12
Serbest
tiroksin molekülleri hücrelerin içine girdikçe, onların yerine taşıyıcılarından
ayrılan yeni tiroksin molekülleri geçer. Böylece taşıyıcılarına bağlı olan
tiroksin molekülleri bir depo olarak kullanılır ve gerekli tiroksin hep hazır
halde tutulmuş olur. (şekil 61, 62)
Hücrelere
etki etmesi gereken tiroksin miktarının ne kadar hassas bir denge ile ayarlı
olduğu, eğer hücrelere etki eden tiroksin miktarı artarsa veya azalırsa bunun
sonucunda ne tip sakıncaların ortaya çıkacağı daha önce ele alınmıştı. İşte bu
hassas miktarın içinde aynı zamanda biraz önce değindiğimiz 10.000'de 4'lük
oran da vardır. Bu durumda kaçınılmaz olarak şu soruları sormak gerekir:
Peki
trilyonlarca molekül nasıl sayılır ve bu moleküllerin yalnızca 10.000'de 4'lük
bölümünün insan sağlığı için uygun olduğuna neye göre karar verilmiştir? Geride
kalan 9996 molekülün pasif durumda beklemesi gerektiği nasıl hesaplanmıştır?
Kan damarlarının içinde 4 molekülde eksilme olduğu ve diğer moleküllerin
serbest bırakılmaları gerektiği nasıl anlaşılmıştır? Bu olağanüstü matematiksel
hesap ve bu hesaba göre kurulmuş ve yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün insanlarda
var olan bu sistem binlerce yıldır kusursuzca nasıl işlemektedir?
Şüphesiz
bu örnek, Yüce Allah'ın gözle görebildiğimiz veya göremediğimiz her aleme hakim
olduğunun, her şeyi sarıp kuşattığının delillerinden sadece bir tanesidir:
... (Allah,)
onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da
sayıp-tespit etmiştir. (Cin Suresi, 28)
13.
KONU
BEBEK
İÇİN HAZIRLIK YAPAN HORMONLAR -1
Sağlıklı
bir kadının bünyesi, her dört haftada bir yumurtanın döllenebilmesi için
kapsamlı bir hazırlık yapar. Bu hazırlığın baş elemanları ise yine
hormonlardır.
Dört
haftalık bölümün hemen başında hipofiz bezi LH hormonu üretir. Bu hormon
beyindeki yerinden yola çıktıktan sonra, uzun bir yol katederek kan yoluyla
yumurtalıklara ulaşır. Hormonlar, son derece küçük moleküllerdir ve insan
vücudu bu küçük moleküller için kilometrelerce uzunluğunda bir yol demektir.
Ancak her LH hormonu yolunu kaybetmeden, nereye gideceğini çok iyi bilerek,
başka hiçbir organa sapmadan direkt olarak yumurtalıklara ulaşır. Artık
yumurtalıkların faaliyete geçme zamanı gelmiştir. (şekil 63)
Yumurtalığın
içinde binlerce olgunlaşmamış (çekirdek) yumurta hücresi bulunmaktadır.
Hipofizden gelen LH hormonunun etkisiyle bu çekirdek hücrelerden bir bölümü
olgunlaşmaya başlar. LH hormonu bu hücreleri harekete geçirecek özel bir
formüle sahiptir. (şekil 64) Kan içinde birçok madde bulunmaktadır, ancak bu
maddelerin hiçbiri yumurtalıkları harekete geçirmezken LH hormonunun sahip
olduğu özellikler bu etkiyi göstermektedir. Yani bu görev için özel olarak
yaratılmıştır.
Olgunlaşmaya
başlayan hücrelerden yalnızca bir tanesi tam olarak olgunlaşır ve yumurta
hücresi olarak yumurtalıktan dışarı salgılanır. (şekil 65)
Gelişmekte
olan yumurta hücresine ve etrafında bulunan besleyici tabakaya folikül denir.
Hipofiz bezinden gönderilen bir diğer hormon olan FSH hormonu folikül üzerinde
çok ilginç bir etki yapar ve folikül birden bire özel bir molekül üretmeye
başlar. Bu molekül "östrojen" isimli hormondur.
Daha
kendisi tam olarak gelişmemiş olan folikül, nasıl olup da bir hormon üretmeye
başlamıştır? Bu üretimi yapacak mekanizma ve organizasyona nasıl sahip
olmuştur? Bu üretimin amacı nedir?
Kuşkusuz
tüm bunları yapan alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır. Bu sistemlerde O'nun sonsuz
ilminin ve üstün yaratışının delillerinden sadece bir tanesini göstermektedir.
Gökleri ve yeri
yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O,
yaratandır, bilendir. Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca:
"Ol" demesidir; o da hemen oluverir. Her şeyin melekutu (hükümranlık
ve mülkü) elinde bulunan (Allah) ne Yücedir. Siz O'na döndürüleceksiniz. (Yasin
Suresi, 81-83)
14.
KONU
BEBEK
İÇİN HAZIRLIK YAPAN HORMONLAR -2
Folikülün
ürettiği moleküller, yani östrojenin kadın vücudunda üstlendiği görevler,
Allah'ın yaratışındaki mucizelerden birini daha göstermektedir. Şimdi bu
görevlerden bazılarını kısaca görelim:
1.
"Östrojen" hormonunun hedeflerinden biri "döl yatağı"dır.
Döl yatağı, döllenmiş yumurtanın gömüleceği ve bölünerek büyüyeceği yuvasıdır.
Östrojen hormonunun etkisiyle birlikte döl yatağında bir hazırlık başlar. Döl
yatağının duvarlarının kalınlığı 3-5 kat artar ve kılcal damarlar tarafından
sarılır. (şekil 66) Eğer döllenme gerçekleşirse, yumurtanın ihtiyacı olan besin
bu damarlardan karşılanacaktır.
Bu
gerçek bir mucizedir. Çünkü henüz gelişmekte olan folikül, içinde bulunan
yumurta hücresinin geleceğini adeta düşünmekte,yumurtanın ileride beslenmesi
için gerekli tedbirleri almakta, ve yumurtanın gelecekte barınacağı döl
yatağının hazırlık yapmasını sağlamaktadır.
Bu
noktada bazı sorular sormak gerekir:
1.
Folikül, yumurta hücresinin salgılandıktan sonra döl yatağına ulaşacağını ve
burada konaklayacağını nasıl haber almıştır? Döl yatağındaki kılcal damarın
yumurta hücresine besin sağlayacağını nasıl bilmektedir? Bu kılcal damarların
çoğalmasını sağlayacak formülü nasıl öğrenmiştir? Tüm bunlar şüphesiz Yüce
makamların sahibi olan Allah'ın yaratma sanatının birer tecellileridir.
2.
Östrojen etkisi ile döl yatağı kasları da gelişmeye başlar ve kas gücü artar.
Bu da olası bir döllenme halinde yumurtanın yerleşeceği yatağı korumak için
alınmış bir önlemdir.13
Küçücük
bir folikülün ürettiği kimyasal molekül, bir insanın bedenini baştan aşağı
şekillendirmekte, aynı zamanda gelecekte yeni bir insanın doğması için gerekli
düzenlemeleri yaptırmaktadır.(şekil 66, 67) Oysa östrojen hormonu, atomların
yanyana dizilmesi ile meydana gelmiş şuursuz bir maddedir. Şuursuz hücreler
tarafından üretilmekte ve şuursuz hücreler üzerinde etkili olmaktadır. Ancak
bütün bu olaylar büyük bir plan içinde gerçekleşmekte ve bu planın sonunda
insan cinsiyetlerinden biri eksiksiz olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu
durumda şu gerçek tekrar ortaya çıkmaktadır:
Östrojen
hormonu tüm bu aşamaları kesinlikle kendi başına yapamaz. Ona yaptığı tüm bu
işleri ilham eden alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır. O tüm kainatı benzersiz bir
şekilde yoktan var edendir:
Ey insanlar sizi
tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve
kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının. Ve (yine) Kendisiyle,
birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan
sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa Suresi, 1)
15.
KONU
ERKEK
ÜREME SİSTEMİNDEKİ HORMONLAR
Erkek
üreme sisteminde de hormonlar başrolü oynar. Doğumdan yaklaşık 10 yıl sonra,
gelişme çağının başlamasıyla birlikte erkek hormonları tam olarak devreye
girer. Bu hormonların devreye girmesi, yine vücutta kurulu bir emir komuta
zincirinin harekete geçmesiyle gerçekleşir. Bu emir komuta zincirinin en üst
düzey yöneticisi hipotalamustur.
Hipotalamus
doğumdan sonraki yıllarda her 3-4 saatte bir LHRH isimli bir hormon salgılar.
Ancak bu hormonun salgılanma miktarı oldukça azdır. Yaklaşık on yıl sonra
hipotalamus erkek bedeninin şekillenmesi için doğru zamanın geldiğini adeta
anlar ve LHRH hormonunu daha kısa aralıklarla salgılamaya başlar.14
(şekil 68, 69) Bu küçük moleküller, nasıl olup da yıllarca bekledikten sonra,
bir anda daha çok hormon salgılama kararı almaktadırlar. Sanki önceden kurulu
bir sistem vardır ve bu sistem 10 yıl sonra çalışmaya başlamaktadır. Bu sistemi
kuran, aktifleşeceği vakti önceden belirleyen, aksamadan çalışmasını sağlayan
ve diğer tüm işlemleri ilham eden alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.
Doğru
zaman geldiğinde daha sık salgılanmaya başlayan LHRH hormonu emir-komuta
zincirinin ikinci halkası olan hipofiz bezine ulaşır. Hipofiz bezi bu emri alır
almaz LH isimli başka bir hormon salgılar. Bu hormon da erkek eşey bezlerine,
yani testislere üretime başlama emrini verir.
Bütün
bu işlemlerin başlaması niçin yıllar sürmektedir ve bu mekanizmanın çalışma
zamanı nasıl belirlenmektedir? İşte bu soruların cevapları bilim dünyası için
halen bir sırdır. Ne var ki henüz sırları çözülemeyen bu sistem, insanların
bedeninde, Yüce Rabbimiz'in ilk yarattığından beri çalışmaktadır.
LH
hormonu kan yoluyla testislere ulaşınca burada bulunan hücreler testosteron
isimli hormonu üretmeye başlarlar. Testosteron üreten hücreler adeta ait
oldukları bedenin, çocukluktan erkek görünümüne geçme zamanı geldiğini
bilmektedirler. Çünkü ürettikleri testosteronun kimyasal formülü, gelişmekte
olan bir çocuğu yetişkin bir erkek yapacaktır.(şekil 70, 71)
Şüphesiz
bütün bunları şuursuz bir molekülün yapıyor olması oldukça hayranlık
uyandırıcıdır. Bu molekül adeta, bir erkek bedeninin özelliklerini bilmekte ve
trilyonlarca hücreyi bir erkek bedeni oluşturmaları için yönetmektedir.
16.
KONU
TESTOSTERON
HORMONUNUN DİĞER
ÖZELLİKLERİ
Testosteron
hormonunun yaratılışındaki plan bunlarla sınırlı değildir. Bu hormonun etki
mekanizmasında da açık bir yaratılış mucizesi görülür. Testosteron yukarıda
sıraladığımız etkileri gerçekleştirmek için hedef dokuya (erkek genital organları)
ulaşınca hücrelerin içine girer. Hücrenin içinde yine özel olarak testosteron
için yaratılmış bir enzimle birleşir ve böylece testosteron çok daha etkili bir
hale getirilir.
Tasarım ve planlama halen bitmemiştir. Bu yeni oluşan
hormon da yine kendisi için özel olarak tasarlanmış bulunan özel bir alıcıyla
birleşir. Ortaya çıkan moleküler kombinasyon hücrenin DNA'sına bağlanır ve
DNA'dan alınan bilgiler doğrultusunda yeni bir protein sentezi ortaya çıkarır.
Bu olay erkek ve kadın bedeni arasındaki farkın belirmesini ve cinsel
fonksiyonların devamını sağlar.
Ortada o kadar kusursuz yaratılmış bir sistem vardır ki,
testosteron-enzim-alıcı üçlüsünden oluşan mekanizma, DNA'daki milyarlarca bilgi
içinden, kendileri için yazılı bölgeyi bulur ve buradaki bilgiler doğrultusunda
üretim yapılmasını sağlar. Örneğin sakal çıkması için sakal kökü hücrelerinin
DNA'larında hangi bölgeye etki etmeleri gerektiğini bilirler. Sesin
kalınlaşması için ses telleri hücrelerinin DNA'larında hangi bölgeye etki
etmeleri gerekiyorsa o bölgeye etki ederler.
Burada verilen bilgi son derece önemlidir. Testosteron (C19H28O2),
karbon, hidrojen ve oksijen atomlarının farklı sayılarda birleşmesinden meydana
gelmiş bir moleküldür. Bu cansız, şuursuz varlık, DNA'da kendi işine yarayacak
bilginin bulunduğunu nereden bilebilir? Daha da önemlisi, 3 milyar harften
oluşan, binlerce ciltlik ansiklopediyi dolduracak kadar çok bilginin içinden,
kendi aradığı birkaç harfi nasıl şaşırmadan ve büyük bir hızla bulabilmektedir?
Bu elbette ki Kendisinden başka İlah olmayan Yüce Allah'ın ilhamı ile
gerçekleşmektedir.(şekil 72)
Bugün, İnsan Genomu Projesi dahilinde, 10 yıldır çalışan
yüzlerce bilim adamı, dünyanın en gelişmiş teknolojisini kullanarak, sadece
DNA'yı okumayı başarabilmişlerdir. Ancak, DNA'nın hangi bölgesinin insan
bedeninin hangi organı, proteini veya hormonu ile ilgili olduğunu henüz
bilmemektedirler. Ancak, C18H24O2 formülüne
sahip östrojen ve C19H28O2 formülüne sahip
testosteron hormonları, bunu çok iyi bilmekte, milyonlarca yıldır, milyarlarca
insan bedeninde şaşmadan bildiklerini uygulamaktadır.
Şüphesiz yalnızca bu sistem dahi gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri yaratan Yüce Allah'ın sanatının gözler önüne serildiği bir
yaratılış harikasıdır.
17.
KONU
OKSİJEN
TAŞIYAN MUCİZE MOLEKÜL:
HEMOGLOBİN
Solunumun ana amacı vücut hücrelerindeki karbondioksidin
dışarı atılması ve yerine ok
sijen alınmasıdır. Bu işlemler vücut dokularından çok
uzak bir yerde, akciğerde gerçekleşir. Bu durumda akciğerden vücuda giren
oksijenin bir şekilde dokulara taşınması, dokularda ortaya çıkan
karbondioksitin de aynı şekilde akciğere ulaştırılması gerekmektedir. Peki bu
ulaşım nasıl yapılacaktır?
Oksijen ve karbondioksitin, insan vücudu içindeki
yorulmak bilmez taşıyıcıları kan sıvısında bulunan alyuvarlardır. Akciğerde
hava ile temas eden alyuvarlar, hücrelerden getirdikleri atık madde olan
karbondioksidi keseciklerin içine boşaltırken, kesecik içindeki oksijeni
emerler. Bu işlem çok özel bir zar boyunca gerçekleşir. Bu zarın bir tarafını
kesecik -alveol- içindeki oksijenli hava oluştururken, diğer tarafta ise
içinden sadece tek bir alyuvarın geçebileceği genişlikteki kılcal uzantılar
vardır. Bu şekilde oksijen molekülü sorunsuz olarak alyuvarlarla temas haline
geçer.
Oksijen molekülü alyuvarların içinde bulunan hemoglobin
adlı bir molekül tarafından hücrelere taşınır. Hemoglobin molekülü çok özel bir
yaratılışa sahiptir. Dış görünüşü oksijen veya karbondioksit taşımaya çok uygun
bir çeşit fincan altlığı biçimindedir. Akciğerde oksijene bağlanan hemoglobin,
kan dolaşımı yardımıyla vücudun derinliklerine doğru yol alır. Oksijene
ihtiyacı olan dokulara ulaşıldığında bir mucize gerçekleşir. Çok özel bir
tasarıma sahip olan hemoglobin molekülü, ortamdan kimyasal olarak etkilenir ve
oksijenle arasında kurulu olan kimyasal bağ kopar. Hemoglobin bunun sonucunda
yükünü yani oksijeni bırakır. İşte bu oksijen molekülü orada bulunan hücrelere
hayat verecektir. (şekil 73)
Hemoglobinin görevi burada bitmez. Hemoglobin ortamdan
uzaklaştırılması gereken karbondioksidin akciğerlere taşınmasında da çok önemli
bir rol oynar. Bu olay şöyle özetlenebilir:
Hücre solunumu ile meydana gelen karbondioksit,
hücrelerden doku sıvısına, doku sıvısından kılcal damarlara geçer.
Karbondioksidin bir kısmı alyuvarlarda hemoglobinle birleşerek karbamino hemoglobin şeklinde taşınır.
Bir kısmı ise karbonikanhidraz
enziminin etkisiyle su ile birleşerek karbonik asidi oluşturur. Daha sonra
karbonik asit bikarbonat ve hidrojen iyonlarına ayrışır. Açığa çıkan hidrojen
iyonu, hemoglobin tarafından tutulur. (şekil 74) İşte karbondioksit bu şekilde
doku kılcallarından toplardamarlarla kalbe getirilir. (şekil 75) Kalpten de
akciğere taşınır. Akciğerlerde gerçekleşen çeşitli işlemlerden sonra
karbondioksit soluk verme esnasında dışarı atılır. (şekil 76)
Hemoglobinin yapısında dikkate değer bir özellik vardır.
Hemoglobin, oksijeni taşıyabilecek yeteneğe sahip olduğu gibi aynı zamanda
taşıdığı oksijeni doğru anda doğru yere bırakabilecek yeteneğe de sahiptir.
Bunu başarmasının ardındaki sır oksijen ve hemoglobin arasında kurulan kimyasal
bağda saklıdır. Hemoglobinin bu özelliğinin öneminin tam olarak anlaşılabilmesi
için şöyle bir değerlendirme yapmakta fayda vardır:
-Eğer hemoglobin ve oksijen arasında kurulan bağ biraz
daha zayıf olsaydı, hemoglobin oksijene bağlanamaz ve dokulara oksijen
ulaştırılamazdı. Bu durum canlı için mutlak bir ölüm olurdu.
-Tam tersine bir olay gerçekleşseydi ve hemoglobin ile
oksijen arasında kurulan bağ biraz daha güçlü olsaydı, bu sefer hemoglobin ve
oksijen çifti dokulara ulaştıklarında birbirlerinden ayrılamazlardı. Bu durumda
hücreler yine oksijensiz kalır ve canlılar birkaç dakika içinde ölürlerdi.
Yukarıdaki iki madde hemoglobinde özel bir tasarım
olduğunun apaçık bir kanıtıdır. İnsan vücudunda oksijenin taşınması için mükemmel
bir sistem yaratılmıştır. Bu sistem içinde yer alan her detay bizlere Yüce
Allah'ın ilminin sınırsızlığını ve gücünün sonsuzluğunu gösteren delillerden
sadece birkaç tanesidir.
18.
KONU
HÜCREDEKİ
HABERLEŞME SİSTEMİ
Günümüzdeki haberleşme sistemleri en ileri teknolojiye
sahip elektronik ve mekanik aygıtlar kullanılarak kurulmuştur. Oysa insanın
sırlarını dahi henüz çözemediği hücre içi haberleşme sistemlerinde, protein
yapılı aygıtlar bulunmaktadır. Proteinlerin içinde ise modern aygıtlarda olduğu
gibi elektronik devreler veya yarı iletkenler değil; bunların yerine karbon,
hidrojen, oksijen ve azot atomları bulunmaktadır.
Hücreler arasında kurulu haberleşme sistemi birçok açıdan
insanların kullandıkları haberleşme sistemlerine benzer. Örneğin hücrelerin
zarları üzerinde kendilerine ulaşan mesajları algılamalarını sağlayan
"antenler" bulunmaktadır. Bu antenlerin hemen altında hücreye ulaşan
mesajın kodunu çözen "santraller" bulunur. (şekil 77)
Sözü edilen antenler, kalınlığı milimetrenin yüz binde
biri kadar olan ve hücreyi çepeçevre saran hücre zarında yer alırlar.
"Tirozin kinaz" reseptörü olarak isimlendirilen bu alıcı; anten,
gövde ve kuyruk olmak üzere üç temel bölümden meydana gelir. Antenin hücre
zarının dışında kalan parçasının şekli, uydu yayınlarını toplamakta kullanılan
çanak antene benzer. Her çanak antenin belirli bir uydunun yayınını almaya
yönelik olması gibi, değişik hormon moleküllerinin taşıdığı mesajların dilinden
anlayan farklı antenler vardır.
Diğer hücrelerden gelen mesajlar -hormonlar-, hücre
zarındaki antenlere temas eder. Ancak her anten yalnızca tek bir mesajı
algılayacak şekilde tasarlanmıştır. Bu, çok özel bir yaratılışın eseridir.
Böylece gönderilen mesaj yanlışlıkla bir başka hücreyi harekete geçirmez.
(şekil 78)
Hormon ve anten birbirlerine öylesine uygun
yaratılmışlardır ki, bu benzerlik hemen hemen bütün biyoloji kaynaklarında
anahtar-kilit uyumuna benzetilir. Yalnızca doğru anahtar kilidi açabilir, yani
yalnızca doğru hücre gönderilen mesajla muhatap olur, diğer hücreler için bu
mesajlar hiçbir şey ifade etmez. (şekil 79)
Hormon, hücreye ulaştığı andan itibaren hücre içinde
hayranlık uyandıran bir sistem devreye girer. Hücreye gelen mesaj çok özel
haberleşme sistemleri tarafından hücrenin DNA'sına ulaştırılır ve hücrenin bu
mesaj doğrultusunda hareket etmesi sağlanır. (şekil 80)
Hücrenin antenlerine gelen bir mesajın, büyük bir hızla
hücrenin çekirdeğine iletilmesi, üstelik bu haberleşme sırasında çok üstün bir
teknoloji kullanılmış olması, çok büyük bir mucizedir. Çünkü hücre şuursuz
moleküllerden oluşan cansız bir maddedir ve insanın tüm bedeni bu hücrelerin
biraraya gelmeleriyle oluşmuştur. Vücudumuzda her birinin içinde çok ileri bir
haberleşme sistemine sahip olan 100 trilyon hücre bulunmaktadır. İnsan
vücudundaki sayısız özellikten sadece bir tanesi olan bu bilgi dahi, insanı ve
tüm evreni yaratan üstün güç sahibi Yüce Allah'ın ilminin sonsuz olduğunu
gösteren delillerdendir.
19.
KONU
MESAJCI
HORMONUN HÜCRE İÇİNDEKİ
YOLCULUĞU
Herhangi bir organ bir protein üretilmesini istediği
zaman, hücrelere mesaj gönderir. Haberci molekül hücreye ulaştığı zaman hücre
zarında bulunan antene bağlanır. Bu bağlanma sırasında taşıdığı mesajı antene
aktarır. Anten de aldığı mesajı hücrenin iç bölümünde bulunan kuyruğuna iletir.
Bunun üzerine başlangıçta tek başına duran antenler ikili gruplar halinde
biraraya gelirler. Gövde bölümündeki enzimlerin kuyruk bölümüne fosfat
eklemeleriyle kuyruk bölümünün şekli değişir. . Bu işleme
"fosforilasyon" adı verilir. Tüm bu işlemler, hücre içinde bulunan
haberleşme modülü olarak bilinen proteinlere bir çağrı niteliğindedir. (şekil
81)
Bu sisteme birçok molekül ve protein de teknik destek
sağlar. Örneğin GTP isimli moleküllerin ve kısaca "G" olarak
adlandırılan proteinlerin de bu aşamada önemli etkisi bulunur. Sistemin
çalışması için birçok faktörün en doğru anda devreye girmesi gerekmektedir.
Birtakım karmaşık işlemlerin sonucunda, SH2 adlı
haberleşme modülü harekete geçerek tirozin kinaz anteni ile bağlantı kurar ve
mesajın hücre içindeki iletimi bu şekilde başlar. (şekil 82)
Burada ilk aşaması genel olarak anlatılan bu haberleşme
sisteminin hücre içinde kendiliğinden oluşmadığı, hücreyi oluşturan şuursuz
atomların da böyle bir sistemi akledemeyecekleri çok açık bir gerçektir. Bu
mükemmel sistemi yoktan vareden Yüce Allah'tır. Allah tüm canlılara yapmaları
gerekeni ilham eden ve onları her an kontrol altında tutandır.
20.
KONU
HÜCREDEKİ
İLETİŞİM KONTROLÜ
Farklı hormonlar, ilgili organları oluşturan hücrelerin
üzerinde kendilerine özgü etkiler meydana getirirler. Örneğin, kandaki şeker
oranını düzenleyici insülin ve glukagon hormonlarının taşıdıkları mesajlar
tamamen birbirlerine zıt yapıdadır; bu nedenle sözü edilen iki hormon hücre
içerisinde farklı iletişim kanallarını harekete geçirir. Haberleşme santrali
gibi çalışan alıcılar, haber aktaracakları haberleşme modüllerini hatasız
olarak bulurlar. (şekil 83, 84)
Bu aşamada yapılacak yanlış bir seçim, haberleşme
şebekesinin bozulmasına ve belki de ölümle sonuçlanabilecek ciddi hastalıklara
yol açacaktır. Fakat hücre zarındaki alıcıların tam anlamıyla birer uzman gibi
davranmaları iletişimin kusursuz bir şekilde devamını sağlar.
Bu durum bizleri cevaplandırılması gereken önemli
sorularla karşı karşıya getirir: Farklı hormonlar tarafından uyarılan alıcılar,
birleşmeleri gereken haberci proteinleri hiç hata yapmadan nasıl seçmektedir?
Alıcılar, ölümcül bir hataya sebebiyet vermeden görevlerini nasıl başarıyla
sürdürmektedir?
Son bilimsel araştırmalar yukarıdaki soruların
cevaplarını bulmamıza yardımcı olmuştur; hücredeki kusursuz iletişim, hücrenin
Yüce Allah'ın olağanüstü yaratışının tecellisi olan mükemmel tasarımından
kaynaklanmaktadır.
Modüller arasında hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz
SH2'yi ele alalım. Bu protein parçacığı iki ana bölümden meydana gelir. SH2'nin
bir bölümü, alıcının kuyruğuna sıkı sıkıya kenetlenen kısmıdır. SH2
parçacıklarına asıl karakteristik özelliğini veren ise ikinci bölümdür ki, bu
bölüm şifre okuyucu bir cihaz gibi çalışır. (şekil 85)
Reseptörün (alıcının) kuyruğundaki amino asitlerin sayısı
ve dizilimi de hücreye getirilen mesajın şifre kodunu oluşturur; işte bu
şifreyi sadece bir tür SH2 modülü çözerek birleşmeyi gerçekleştirir. Bu modülün
diğer bölümü de farklı bir modülle birleşir. Böylece hücre zarı ile çekirdeği arasında
özel bir haberleşme hattı kurulmuş olur. Kısacası, tüm bu karmaşık işlemler
gelişigüzel değil, belirli bir kod sistemine göre düzenlenmektedir. Bu muhteşem
düzen, herşeyin ölçüyle ve birbirine uyumlu olarak yaratıldığının başka bir
göstergesidir.
Şimdi bu uyumun bir örneğini görmek için insanın eli
kesildiğinde, kesik bölgenin tamiri için devreye giren haberleşme mekanizmasını
inceleyelim. Bu durumda, PDGF
denilen haberci molekül, hasar gören damardaki düz kas hücresinin alıcısıyla
birleşir. Kenetlenme sonucunda alıcısının hücre içindeki kolu, Grb2 isimli proteini kendine çeker. Grb2 proteini SH2 ve SH3
parçacıklarının birleşiminden meydana gelen bir habercidir; proteinler arasında
iletişim kurmak için adaptör görevini üstlenmektedir. Bunun ardından Grb2, sitoplazmada (hücrenin içindeki
sıvıda) bulunan ve enzim içeren "sos"
isimli bir haberci proteini kendine çeker. Sos da "ras" olarak tanımlanan başka bir proteini harekete
geçirir. Böylece bir dizi işlem sonunda, hücre çekirdeğindeki ilgili genlere
talimat iletilir; hücreler yaranın iyileşmesi için bölünmeye başlar.
Bilim adamları, araştırmaların sonuçlarına dayanarak şu
yorumu yapmaktadırlar: Hücredeki haberleşme sisteminde muhtemel arızaları
otomatik olarak ortadan kaldıran mekanizmalar bulunmaktadır.15 Öyle
ki üstün yaratılış ürünü bu mekanizmalar, günümüzün ileri teknolojisinde
kullanılan kontrol sistemlerinden çok daha ileridir. Böylelikle hormonlar,
reseptörler, adaptörler, proteinler ve mikroskobik parçacıklar insanın
yaratılışından bu yana kusursuz bir uyum ve işbirliği içinde hareket
etmektedirler.
Bu kadar kompleks bir düzenin, tesadüfen oluştuğunu
söylemek kesinlikle imkansızdır. Bu sistemdeki komplekslik, uluslararası bir
şirketin, dünyanın dört bir yanındaki şubeleri, üretim ve pazarlama merkezleri
ile kurduğu iletişim ağından çok daha ileri ve olağanüstüdür. Herşeyden önce bu
birbirine geçmiş parçalardan oluşan muhteşem ağda görev alanlar, bilinçli,
bilgili, eğitimli, zeki insanlar değil, gözle görülmeyecek kadar küçük
moleküllerdir. Moleküllerin birbiri arasında böyle bir sistem kurmaları elbette
ki beklenemez. Bu sistemi yoktan vareden ve sistemin tüm parçalarına
gerçekleştirecekleri işleri ilham eden alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.
21.
KONU
HÜCREDEKİ
PROTEİN TRAFİĞİ
Her
hücre binlerce farklı türde, bir milyardan fazla protein molekülü içerir.16 Üstelik her insanda bu proteinler, sürekli
olarak yenilir; ayda bir kere kendilerini oluşturan amino asitlere
ayrıştırılarak, hücrenin ihtiyaçları doğrultusunda tekrar üretilir.17 "Protein sentezi" ismi altında
toplanan karmaşık işlemler sonucunda ise yeniden biraraya getirilirler. Burada
üzerinde durmak istediğimiz nokta ise, yeni üretilen proteinlerin hücre içinde
yer değiştirmeleriyle meydana gelen protein trafiğinin akışıdır. Çünkü bu proteinlerin
bir kısmı derhal hücre içinde kullanılmaya başlanacağı için, kullanılacağı yere
taşınmaları gerekir. Bir kısmı ise ileride kullanılmak üzere hücrenin protein
deposuna gönderilir. Hücre dışında kullanılacak olan proteinler ise hücre
zarının denetiminde hücrenin dışına çıkarılırlar. Bu arada, dışarıdan yine
hücre zarının denetiminde hücrenin içine giriş yapan proteinler de bu yoğun
protein trafiğinin önemli bir parçasını oluştururlar. Kısacası, hücrenin mikro
boyutlarının içinde çok büyük bir hareketlilik vardır. (şekil 86)
Bu
hareketlilik ise, olağanüstü organize bir sistemle idare edilir. Bilindiği
gibi, posta kodu sistemi, mektupların doğru adreslere, en az hatayla, en kısa
zamanda gitmesini sağlamak ve böylece insanlar arasındaki haberleşmenin verimliliğini
artırmak amacıyla uygulanır. Asıl ilgi çekici olan nokta ise yapılan
araştırmaların, hücre içinde benzer bir mekanizmanın varlığını ortaya
çıkarmasıdır.18
Proteinler,
yüzlerce amino asidin belirli bir plana göre birleşmesiyle sentezlenir. 10 ile
30 arasında amino asitten oluşan zincir şeklindeki özel bir bölüm de proteinin
posta kodunu meydana getirir. Diğer bir ifadeyle zarfın üzerine yazılan posta
kodu, rakamlardan proteindeki posta kodu ise değişik amino asitlerden oluşur.
Bu kod, proteinin uçlarından birinde veya içinde yer alır. İşte bu sayede,
sentezlenen her yeni protein, hücre içinde nereye ve nasıl gideceğine dair
talimatları alır. Şimdi proteinin hücre içindeki yolculuğunu daha detaylı
inceleyelim. (şekil 87, 88)
Yeni
sentezlenmiş bir proteinin, örneğin endoplazmik retikulum bölümüne nasıl
geçtiğine baktığımızda şunları görürüz: Öncelikle posta kodu, SRP adı verilen
moleküler bir parçacık tarafından okunur. SRP, posta kodunu okumak ve proteinin
geçiş kanalını bulmasına yardımcı olmak için en uygun tasarıma sahip bir başka
proteindir. Proteindeki özel kodu çözer ve onunla birleşerek adeta bir rehber
gibi yol gösterir. SRP parçacığı ile protein, daha sonra endoplazmik retikulum
zarı üzerinde bulunan kendilerine özel bir reseptör ve protein geçiş kanalına
kenetlenirler. Reseptörün bu şekilde uyarılmasıyla birlikte de zardaki kanal
açılır. Bu aşamada SRP parçacığı reseptörden ayrılır. Tüm bu işlemler kusursuz
bir zamanlama ve uyum içinde gerçekleştirilir.
Bu
noktada protein bir problemle karşı karşıyadır. Bilindiği gibi proteinler,
amino asit zincirlerinin kıvrılıp bükülerek üç boyutlu şekil almalarıyla
oluşurlar. Bu durumda protein moleküllerinin endoplazmik retikulumun zarından
geçmesi imkansızdır. Zira endoplazmik retikulum zarının üzerindeki geçiş kanalı
0.000000002 metre çapındadır. Ancak, burada önceden tasarlanmış kusursuz bir
planın varlığı karşımıza çıkar, çünkü bu sorun daha üretim aşamasında
çözülmüştür. Proteini üreten ribozom, proteini kıvrılmamış bir zincir şeklinde
üretir. Zincir yapı, proteinin kanaldan geçebilmesine imkan sağlar. Geçiş
işlemi tamamlandıktan sonra, bir dahaki geçişe kadar kanal kapanır. Protein,
endoplazmik retikulum bölümüne girdikten sonra kod bölümünün görevi sona erer.
Bu nedenle bu bölüm belirli enzimler tarafından proteinden ayrılır; bunun
ardından protein, bükülerek üç boyutlu son halini alır. Söz konusu durum,
mektubun alıcısına ulaştıktan sonra, üzerinde posta kodu yazılı zarfın
görevinin sona ermesine benzer. Söz konusu enzimlerin proteinin üzerindeki yüzlerce,
bazen binlerce amino asitten hangisini kopartacaklarını bilmeleri ve bu şuurla
hareket etmeleri de ayrı bir mucizedir. Çünkü kodu oluşturan amino asitler
yerine, proteini oluşturan amino asitlerden herhangi birini kopardıkları
takdirde protein işe yaramaz hale gelecektir. Görüldüğü gibi her aşamada,
birçok parça kusursuz bir uyumla hareket etmektedir. Bu uyumun küçücük
moleküllerdeki şuur ve sorumluluk hissinden kaynaklanmadığı ise açık bir
gerçektir.
Gerçek
şu ki protein, SRP parçacığı, protein posta kodu, ribozom, reseptör, protein
geçiş kanalı, enzimler, organel zarı ve burada değinilmeyen diğer karmaşık
işlemler sırasında görev alan moleküllerin tümü arasındaki iş birliği
kusursuzdur. Hücredeki posta kodu sistemi bile tek başına Allah'ın muazzam bir
yaratış delilidir. İnsanlığın henüz son 40 senedir kullandığı bir sistem,
milyarlarca insanın vücudunun derinliklerindeki trilyonlarca hücrenin içinde
çalışır durumdadır.
Şüphesiz,
atomlardan moleküllere, proteinlerden hücrelere kadar herşeyi sonsuz şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah yaratmış ve hizmetimize vermiştir. O halde bizlere
düşen, Rabbimiz'in sınırsız lütuflarını derin bir şekilde düşünerek O'na gereği
gibi şükretmektir.
22.
KONU
SİNİR
HÜCRELERİNDEKİ KİMYASAL İLETİŞİM
Nöronlar
(sinir hücreleri) arasındaki bağlantı hem elektrik sinyalleri hem de kimyasal
iletişim aracılığı ile sağlanır. Her iki iletişim şekli de önemli harikalar
içerir. Bu bölümde kimyasal iletişimin bazı mucizevi özellikleri üzerinde
duracağız.
Kimyasal
iletişimin belkemiğini "nörotransmitter" olarak adlandırılan haberci
moleküller oluşturur. Bunlar, sinir hücresinin gövdesinde üretilir, akson
(nöronların uzun kolları) boyunca taşınır ve akson terminallerinde minik
kabarcıklar içinde depolanırlar. Her kabarcık içinde yaklaşık olarak 5 bin
haberci molekül bulunur.19 Son zamanlardaki
araştırmalar her nöronun değişik kimyasal haberciler ürettiğini göstermektedir.20 Diğer bir deyişle her nöron, iletişimde
kullanacağı habercileri üreten bir kimya tesisi gibidir. (şekil 89)
Sinyali
ileten nöron "verici", alan nöron ise "alıcı" nöron olarak
tanımlanabilir. Verici ile alıcı nöron, sinaps noktalarında karşı karşıya
gelir. Aralarındaki mesafe ortalama olarak 0.00003 milimetredir.21 Elektrik sinyali, sinir hücresinin
aksonlarının sonunda yer alan habercileri harekete geçirir. Kimyasal
habercilerle dolu kabarcıklar hücre zarı ile kaynaşır ve içindeki molekülleri
sinir hücreleri arasındaki sinaps denen boşluğa bırakır. Haberciler taşıdıkları
mesajı, alıcı nöronun zarının üzerinde yer alan reseptörlere iletirler. Her bir
haberci molekülünün bağlantı kurduğu özel bir reseptör vardır. Kimyasal haberci
moleküllerin taşıdığı mesaj, böylece alıcı nöron tarafından algılanmış olur.
(şekil 90)
Şunu
da belirtmek gerekir ki burada en kısa şekilde anlatılan iletişimin her aşaması
tam olarak çözülemeyen işlemlerle doludur. Nitekim bilim adamları da söz konusu
iletişime ilişkin bilgilerinin bulanık olduğunu dile getirmektedirler.22
Örneğin,
kabarcıkların hücre zarıyla kaynaşmasını ele alalım. Kaynaşma kelimesiyle ifade
edilen olay gerçekte son derece özel bir birleşmeyi tarif etmektedir. Bu, çok
gelişmiş bir bilgisayara ek bir ünite bağlamaya benzer.
Bu
noktada aklımıza şunlar gelir: Bir bilgisayara bir parçanın eklenmesi karmaşık
mühendislik hesaplarına dayanır. Aksi takdirde parçanın bilgisayara uyum
sağlayamaması, hatta bilgisayarı bozması kaçınılmazdır. Elbette bir
bilgisayardan daha kompleks olan hücre zarına uyum sağlayacak bir kaynaşma da
gelişigüzel değildir. Hiç şüphesiz tüm bu karmaşık işlemler her an, onları
yaratan ve düzenleyen Yüce Allah'ın kontrolü altında gerçekleşmektedir.
23.
KONU
YETENEKLİ
HABERCİ NİTRİK OKSİT (NO)
Nitrik
oksit (NO), nitrojenin oksitlenmesiyle elde edilen, renksiz zehirli bir gaz
olarak tanımlanır. Bir nitrojen ile bir oksijen atomunun bileşiminden meydana
gelen bir moleküldür. Bu molekülün insan hayatı için son derece önemli bir
özelliği bulunmaktadır. Son yirmi yıldaki yoğun araştırmalar bu molekülün,
hücreler arası haberleşmede temel bir görev üstlendiğini ortaya çıkarmıştır. Bu
alandaki bilimsel çalışmaların sonuçları göstermiştir ki nitrik oksit, insan
vücudunda doğal olarak üretilen bir hormon, yani kimyasal bir habercidir;
sinir, dolaşım, savunma, solunum ve üreme sistemlerinin hayati fonksiyonlarının
düzenlenmesinde stratejik bir rol oynamaktadır.
NO'nun
çok önemli bir görev üstlendiği yerlerden biri damarlarımızdır. Damarlarımızın
iç genişliği sabit değildir; yani damarlarımız bizim faaliyetlerimize uyumlu
olarak daralır veya genişler, böylece kan basıncının düzenlenmesinde önemli rol
oynarlar. İşte bu mükemmel sistem sayesinde, vücudun farklı ortamlara göre
değişen ihtiyaçları otomatik olarak sağlanır. Kan damarlarının, spor yaparken
genişleyerek artan kan ihtiyacını temin etmesi veya yaralanma sonrasında daralarak
kanamayı azaltması sözü edilen kusursuz sistemin bir sonucudur.
Peki
damarlar nasıl oluyor da ne zaman genişlemeleri ya da ne zaman daralmaları
gerektiğini anlıyorlar? Yapılan araştırmaların sonuçları kimyasal bir
habercinin varlığını ortaya çıkardı. Bu haberci nitrik oksit molekülüydü.
Damarlara genişlemeleri "talimatını veren" işte bu iki atomlu
moleküldü.
Şimdi
damarlarımızın derinliklerinde nitrik oksit üreten muhteşem tesisleri daha
yakından inceleyelim.
Elektron
mikroskobuyla incelendiğinde, damarların, küçüklükleriyle ters orantılı olarak
son derece muazzam yapılar oldukları görülecektir. Örneğin, yan yana dizilen 10
kılcal damar, ancak insan saçının bir teli kalınlığındadır. İşte bu kadar dar
olan damarlarımızın iç duvarları, düz kas hücrelerinin oluşturduğu bir dokuyla
kaplıdır; damarların genişleyip daralması da bu dokunun faaliyetleri sonucunda
gerçekleşmektedir. Kas hücreleri kan ile doğrudan temas etmezler; zira endotel
hücreleri kas hücreleri ile kan arasında zarımsı bir tabaka oluşturur.
Endotel
hücreleri bir zincirin halkaları gibi yan yana gelerek endotel tabakayı meydana
getirir. 1980'li yıllara kadar bu hücrelerin, kanın damardaki akışını
kolaylaştırmak dışında kayda değer bir etkinliğinin olmadığına inanılıyordu.
Oysa gerçeğin çok farklı olduğu daha sonra ortaya çıktı. Endotel hücrelerinin
sorumluluklarından birisinin NO habercisini üretmek olduğu anlaşıldı. (şekil
91)
Endotel
hücresini bir fabrika gibi düşünecek olursak, nitrik oksit molekülleri de bu
fabrikanın ürünlerine benzetilebilir. Her bir nitrik oksit molekülünün ömrü
yaklaşık 10 saniye kadardır. Nitrik oksit oldukça kısa sayılacak bu süre içinde
taşıdığı mesajı ilgili birimlere iletmek üzere yaratılmıştır ve bunu da en
mükemmel şekilde gerçekleştirir. Endotel hücrelerinden salgılanan haberci NO
molekülleri büyük bir hızla her yönde yayılmaya başlarlar. Düz kas hücrelerine
doğru ilerleyenler, bu hücrelerin zarlarından içeri girerler. Seçici davranan
düz kas hücresi zarı NO'yu tanır ve hücre içine girmesine izin verir. Düz kas
hücrelerinin içine giren NO molekülleri vakit kaybetmeden GC isimli özel bir
enzim bulur ve bizim için hayati önemi olan mesajı iletirler. Böylece hücre
içinde bir dizi karmaşık kimyasal reaksiyon başlar. (şekil 92)
Haberci
olarak adlandırdığımız bu proteinler, 0.000000001 metre büyüklüğünde iki atomlu
moleküllerdir. İşte bu küçük moleküller bir postacı gibi çalışır; taşıdıkları
haberin sahibi olan GC enzimini bulurlar. Hemen hatırlatalım, hücrenin içinde
farklı görevleri olan binlerce değişik enzim bulunmaktadır. Buna rağmen haber
her zaman doğru adrese, yani doğru enzime iletilir. Ayrıca haberci moleküllerin
çok kısıtlı süreleri vardır, ancak herhangi bir zamanlama hatası yapmazlar.
Haber taşıyan moleküllerin pusula veya benzeri yön tespit araçları da yoktur;
ama asla yollarını kaybetmezler.
Nitrik
oksit molekülünün bu işlem sırasındaki sürati, günümüzün internet
teknolojisiyle veya "e-mail" yoluyla iletişim kurmayı
çağrıştırmaktadır. Gerçekten de NO, adeta elektronik posta sistemi gibi hareket
etmekte; büyük bir süratle çok sayıda mesajı yerlerine iletmektedir.
NO'nun
getirdiği haberleri alan düz kas hücrelerindeki GC enzimi harekete geçer. Bu
işçi enzimin görevi, enerji taşıyan moleküller olan GTP'yi cGMP'ye
dönüştürmektir. Bu aşamaların arasında meydana gelen daha pek çok reaksiyon da
henüz çözülememiş durumdadır. (şekil 93)
Olabildiğince
kolaylaştırarak anlatırsak, enzimlerin faaliyetleri sonucunda kas hücreleri
içinde kalsiyum konsantrasyonu azalır ki bu, liflerin ayrılmasına ve kas
hücrelerinin gevşemesine yol açar. Böylece damarlar genişler. Kısacası
damarlarımızdaki basıncın düzenlenmesinde nitrik oksit molekülünün taşıdığı
haberlerin hayati önemi vardır. Unutmamak gerekir ki burada anlatılanlar,
vücudumuz içerisinde her an devam eden milyarlarca karmaşık haberleşme
işleminden sadece biridir.
Bu
noktada cevaplandırılması gereken bazı sorularla karşılaşırız. Nasıl olur da
akılsız ve şuursuz NO molekülleri, dünyaca ünlü profesörlerin dahi henüz
çözemedikleri sistemleri mükemmel bir şekilde tanırlar? Nasıl olur da harekete
geçmeleri gereken zamanı ya da durmaları gereken zamanı saniyesine kadar
bilirler ya da, üretilir üretilmez, sanki bir yerden emir almış gibi, son sürat
mesajlarını doğru adreslere tam zamanında eksiksiz ulaştırabilirler?
Kuşkusuz,
nitrik oksit tüm bu harika işleri kendiliğinden yapamaz. Bu molekül, doğadaki
diğer milyonlarca molekül gibi kusursuz bir yaratılış eseridir ve düşünen
insanlar için, Allah'ın sınırsız kudret ve ilminin delillerinden sadece bir
tanesidir.
24.
KONU
ENDOTEL
HÜCRESİ = NO (NİTRİK OKSİT)
ÜRETİM
MERKEZİ
İsmi
L-arjinin olan bir amino asit, nitrik oksit sentez enzimi, nikotinamid adenin
dinükleotid fosfat, kalmodulin, oksijen, flavin mononükleotid, flavin adenin
dinükleotid, tetrahidrobiyopterin…
Bu
kelimelerin büyük bir çoğunluğunu hayatınızda ilk defa duyuyor olabilirsiniz.
Ancak endotel hücresi bu mikroskobik maddeleri çok iyi tanır ve bunları nitrik
oksit molekülünü üretmek için kullanır. (şekil 94)
Günümüzün
ileri teknolojisini kullanarak kimyasal ürünler üreten fabrikalar endotel
hücrelerinden trilyon kere trilyon defa daha büyüktür. Buna rağmen endotel
isimli mikroskobik fabrikanın teknolojisi, gördüğümüz dev sanayi tesislerinin
teknolojisinden çok daha üstündür.
Endotel
hücresi NO molekülünü üretmek için hangi kimyasal maddeden ne oranda kullanması
gerektiğini çok iyi bilir. Yanlış veya hatalı bir üretim söz konusu değildir.
Örneğin, nitrik oksit (NO) yerine güldürücü gaz olarak bilinen nitröz oksit (N2O)
üretmez. Üretimde çok hassas dengeler mevcuttur. Bu noktada tekrar
hatırlatalım: Endotel hücreleri gerekenden az haberci üretseydi damarlarımız
daralır, kan basıncımız hızla yükselir, bu da kalp krizine yol açardı. Fazla
üretim yapması durumundaysa, damarlarımız aşırı genişler, kan basıncımız düşer,
bu da şok durumuna neden olurdu. Ancak endotel hücreleri ölümümüze neden
olabilecek böyle oran hatalarını hiçbir zaman yapmazlar.
Sözü
edilen hücreler hayatımızın her anında üretim için hazır durumdadır; ihtiyaç
baş gösterdiğinde hemen devreye girerek üretime başlarlar. Bu minik fabrika
oldukça da verimli çalışmaktadır. Ürettiği NO haberci moleküllerini depolamaz.
Bu şekilde stoklamanın beraberinde getirdiği sorunlar ortadan kaldırılır.
Damarlarımızın
derinliklerindeki bu olağanüstü fabrikaların istenmeyen zararlı yan ürünleri
yoktur. Küresel ısınma, asit yağmurları, çevre kirliliği gibi dünya
gündemindeki pek çok sorunun kimyasal atıklardan kaynaklandığı düşünülürse,
endotel hücrelerinin ne kadar başarılı olduğu daha iyi anlaşılır. Çünkü nitrik
oksit molekülleri 10 saniye gibi kısa bir süre içinde görevlerini tamamlayarak
"parçalanırlar". Böylece vücutta birikerek zararlı yan etkiler
meydana getirmezler. Tüm bunlar şu anlama gelir ki, endotel hücreleri kimyasal
mamullerin üretiminde, olabilecek en ideal yöntemi kullanırlar.
Bir
fabrikadaki sistemler nasıl tasarımcılarının ne derece gelişmiş bir teknolojiye
sahip olduklarını gösterirlerse, endotel isimli fabrika da üstün yaratma gücüne
sahip olan Rabbimiz'in sonsuz aklını ve ilmini göstermektedir; bu mikroskobik fabrika,
vücudumuzdaki diğer 100 trilyon fabrika gibi Allah'ın ilhamı ile hareket
etmektedir.
25.
KONU
VÜCUDUMUZDAKİ
ENERJİ SANTRALİ
Bulunduğumuz
yerden kalkıp yürümemiz, ayakta durmamız, nefes almamız, gözlerimizi açıp
kapamamız kısacası hayatta olmamız için gereken enerji, hücrelerimizdeki
mitokondri denilen santrallerde yapılır. Buradaki santral benzetmesinin ne
kadar yerinde olduğu mitokondride gerçekleşen işlemleri incelediğimizde açıkça
görülecektir.
Hücrede
enerji üretilmesinde başrolü oksijen oynar. Oksijenin pek çok yardımcısı
vardır. Enerji üretiminin hemen her basamağında birçok farklı enzim devreye
girer. Bir basamakta görevini tamamlayan enzimler son derece bilinçli bir
hareketle, bir sonraki basamakta yerlerini başkalarına devrederler. Böylece,
onlarca ara işlem, bu işlemlerde devreye giren yüzlerce farklı enzim ve sayısız
kimyasal reaksiyon sayesinde besinlerde depolanan enerji, hücrenin işine
yarayacak hale getirilir. Bu enzim değişiklikleri sırasında hiç karışıklık
çıkmaz, sıralamada hiçbir şaşma olmaz; tüm elemanlar çok disiplinli bir ekip
şeklinde çalışmalarını sürdürürler. (şekil 95)
Bu
haliyle, milimetrenin 100'de biri kadar olan hücrelerimizin içindeki
"enerji santrali"nin, bir petrol rafinerisinden ya da bir
hidroelektrik santralinden daha kompleks olduğunu söyleyebiliriz. (şekil 96)
Bir
petrol rafinerisi, petrolün ne olduğunu bilen, ham petrolü laboratuvar
şartlarında analiz etmiş ve bu teknik bilgiler ışığında hareket eden
mühendisler tarafından inşa edilir ve işletilir. Petrolün ne olduğunu bilmeyen
insanların bir petrol rafinerisi inşa edebileceklerini varsayabilmemiz ise
imkansızdır. (şekil 97)
Petrol
üretiminden çok daha kompleks olan canlı hücresindeki enerji üretimi de aynı
şekilde bilgi gerektirir. Ama bir hücrenin öğrenme kabiliyetinin olduğunu öne
sürmek elbette ki gülünç olacaktır. O halde böyle bir üretimi hücre nasıl
gerçekleştirmektedir?
Elbette
ki, hiçbir hücre biyolojik bir işlevi, sözcüğün gerçek anlamında
"öğrenme" fırsatına sahip değildir. Eğer hücre, everimcilerin iddia
ettiği gibi ilk ortaya çıktığı anda böyle bir işlevi yerine getiremiyorsa daha
sonra bunun üstesinden gelebilecek beceriyi elde etmesi mümkün değildir. Çünkü
enerji üretiminde başrol oynayan "oksijen"in hücre üzerinde tahrip
edici etkisi vardır. Hücre bu özelliklerle birlikte ortaya çıkmak zorundadır.
Bu durum, hücrelerin tesadüfen ortaya çıkmış olamayacaklarının, tüm bunları
Yüce Allah'ın bir anda yarattığının delillerinden yalnızca bir tanesidir.
Allah
milimetrenin 100'de biri kadar küçük bir alana sığdırdığı bu sanat ile bize
gücünün sınırsızlığını göstermektedir.
26.
KONU
KARACİĞERE
YERLEŞTİRİLMİŞ “BAKTERİ
İMHA
MAKİNELERİ”
Yediğimiz
besinlerle, soluduğumuz havayla ve daha birçok yoldan vücudumuza gözle
görülemeyen birçok bakteri girer. Vücudun çalışma sistemini bozmamaları için
bunlardan zararlı olanların etkisiz hale getirilmeleri gerekmektedir. Bunun
için vücudumuzda görevi sadece "savunma yapmak" olan mükemmel bir
hafızayla donatılmış hücreler vardır. Ancak vücudumuzun kusursuz yaratılışının
bir örneği olarak savunma için çeşitli ek tedbirler de alınmıştır. Bunlardan
biri de dolaşım sistemi içinde stratejik bir durak olarak nitelendirilebilecek
olan karaciğerde bulunan, savunma hücreleridir. (şekil 98)
Kuppfer
hücreleri olarak adlandırılan bu hücreler, kan dolaşımıyla bağırsaklardan
karaciğere gelen kandaki zararlı bakterileri 0.01 saniyeden daha kısa bir süre
içerisinde sindirerek, etkisiz hale getirirler. Bu şuursuz hücreler vücuda
giren çok sayıdaki bakteri arasından, insana faydalı olanlarla zararlı olanları
nasıl birbirinden ayırt edebilmektedirler? Hangi özelliklere sahip olduklarını
ve vücutta yerine getirecekleri görevleri bilmeden, nasıl olup da bazı
bakterileri imha ederken, diğerlerine hiç zarar vermemektedir? Bu soruların
cevabı hiç şüphesiz Yüce Allah'ın eşsiz yaratma sanatıdır. (şekil 99)
Bu
aşamada dikkat verilmesi gereken önemli bir nokta daha vardır; Kuppfer
hücrelerinin karaciğere yerleşmiş olması. Neden vücudun başka bir organı değil
de karaciğer? Burada bir kez daha vücudumuzdaki kusursuz yaratılış
delillerinden biri karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu hücreler, karaciğere değil de
başka bir organa yerleştirilmiş olsalardı kanın, bakterilerden arındırılmasında
bu derece etkili olamazlardı. Çünkü bakteri dolu kan, karaciğerde temizlendikten
sonra vücudun tamamını dolaşmak için genel kan dolaşımına girmektedir. Bu
nedenle genel kan dolaşımına ulaşmayı başaran bakteri sayısı yüzde birden
azdır.
Sizce
hangi kör tesadüf vücutta daha birçok organ varken, Kuppfer hücrelerinin
karaciğere yerleşmesini sağlayabilir? (şekil 100) Elbette ki yerleşecekleri en
uygun yeri tespit eden ve oraya gidip yerleşen bu hücreler değildir. Yaklaşık
yüz trilyon hücreden oluşan bir beden içinde, herhangi bir hücrenin kendisi
için özel bir yer tespit ederek oraya yerleşecek bir şuura sahip olması mümkün
değildir. Böyle kusursuz bir yerleşim için, çok mükemmel bir planlamaya ihtiyaç
vardır. Bu sistemdeki her detayı Yüce Allah her an kusursuz olarak
yaratmaktadır.
27.
KONU
DNA’NIN
ÇOĞALTILMASI
Bilindiği
gibi hücreler bölünerek çoğalırlar. Peki bu bölünme işlemi sonucunda DNA'ya ne
olur? Hücrede tek bir DNA zinciri vardır. Halbuki yeni oluşan hücrenin de bir
DNA'ya ihtiyacı olacaktır. Bu açığı gidermek için her aşaması ayrı bir mucize
olan bir seri işlem gerçekleşir. Bunun sonucunda, hücrenin bölünmesinden kısa
bir süre önce DNA'nın bir kopyası oluşturulur ve bu yeni hücreye aktarılır.
DNA,
kendini çoğaltmak için önce karşılıklı iki parçaya ayrılır. Bu olay oldukça
ilginç bir şekilde gerçekleşir. Yapısı sarmal bir merdivene benzeyen DNA
molekülü ortasından, DNA helikaz adlı bir enzim tarafından, fermuar gibi ikiye
ayrılır. DNA'nın kolları birbirlerinden ayrılırken tekrar dolanmalarını
engellemek için heliks stabilizasyon enzimleri her iki kolu sabit tutarlar.
(şekil 101)
Artık
DNA iki yarım parçaya bölünmüştür. Her iki parçanın da eksik olan yarıları
(eşlenikleri) ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlanır. Eksikleri
tamamlama işi ise DNA polimeraz tarafından yerine getirilir. Böylece iki yeni
DNA molekülü üretilmiş olur. (şekil 102)
Eşleşme
sırasında ortaya çıkan yeni DNA molekülleri denetleyici enzimler tarafından
defalarca kontrol edilir. Yapılmış bir hata varsa -ki bu hatalar son derece
hayati olabilir- derhal tespit edilir ve düzeltilir. Hatalı şifre kopartılıp
yerine doğrusu getirilir ve monte edilir. Bütün bu işlemler öyle baş döndürücü
bir hızla yapılır ki, dakikada 3.000 basamak nükleotid üretilirken bir yandan
da tüm bu basamaklar görevli enzimler tarafından defalarca kontrol edilir ve
gereken düzeltmeler yapılır. (şekil 103 )
Üretilen
yeni DNA molekülünde, dış etkiler sonucunda normale göre daha fazla hata
yapılabilir. Bu sefer hücredeki ribozomlar, DNA'dan gelen emir doğrultusunda
DNA onarım enzimleri üretmeye başlarlar. Böylece hem DNA korunmuş olur ve hem
de soyun devamı güvence altına alınır. (şekil 104)
İşte
bütün gün, siz hiç farkında değilken, yaşamınızın problemsiz olarak devam
etmesi için vücudunuzda hayranlık uyandıran bir titizlik ve sorumluluk anlayışı
içinde sayısız işlemler ve denetimler yapılır, tedbirler alınır. Herkes
görevini eksiksiz olarak ve başarıyla yerine getirir. İşte Yüce Allah en
büyüğünden en küçüğüne sayısız atomu ve molekülü hayatımızı güzel ve sağlıklı
bir biçimde sürdürmemiz için hizmetimize vermiştir.
Bu
konunun en hayranlık uyandıran yönlerinden biriyse, DNA'nın hem üretimini
sağlayan hem de yapısını denetleyen bu enzimlerin, DNA'da kayıtlı olan
bilgilere göre ve DNA'nın emir ve kontrolünde üretilmiş proteinler olmasıdır.
Ortada iç içe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki, böyle bir sistemin
kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi hiçbir şekilde mümkün
değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de
enzimin olması, her ikisinin olması içinse hücrenin, zarından diğer bütün
kompleks organellerine kadar eksiksiz olarak var olması gerekir.
Canlıların
sözde birbirini izleyen "yararlı tesadüfler" sonucunda "aşama
aşama" geliştiklerini öne süren evrim teorisi, daha birçok konuda olduğu
gibi, yukarıda söz ettiğimiz DNA mı yoksa enzimler mi önce var oldular sorusu
karşısında cevapsızdır. DNA ve enzimin aynı anda var olmaları gerekmektedir, ki
bu evrim teorisinin öne sürdüğü hayali mekanizmalarla gerçekleşmesi imkansız
bir durumdur.
28.
KONU
TAMİRCİ
ENZİMLER
Dış
etkiler sonucu DNA'da meydana gelebilecek hatalar DNA kontrol mekanizmaları
tarafından tespit edilip tamir edilirler. Bu mekanizmalar DNA'daki bilgiler
doğrultusunda üretilmiş olan enzimlerden oluşur. Farklı onarım mekanizmaları
olsa da temel prensip hasar gören nükleotidin, hasar görmemiş karşı
nükleotidden alınan bilgi doğrultusunda onarımını yapmaktır. Bu işlem genel
olarak 3 aşamadan oluşur:
1. Hasar gören DNA şeridinin hatalı kısmı
DNA nükleaz adlı enzim tarafından tespit edildikten sonra kopartılır. Böylece
DNA sarmalında bir boşluk oluşur.
2. Bir başka enzim olan DNA polimeraz, bir
tarafından hasar gören nükleotidin sağlam bölümünden aldığı bilgi
doğrultusunda, boşluğa gerekli nükleotidi yapıştırır.
3. DNA'nın tamiri tam olarak bitmemiştir.
Tamirin gerçekleştiği yerdeki şeker-fosfat şeridi üzerinde bir kopukluk meydana
gelmiştir. Bu kopukluk DNA-ligaz enzimi tarafından tamir edilir.
Şimdi
yukarıda söz edilen işlemleri düşünelim. Bunları yapanlar, DNA'yı tanıyan,
inceleyen profesörler veya bilim adamları değil, çok küçük, şuursuz, bilgisiz,
akılsız moleküllerdir. Bunların bir taştan veya tahta parçasından hiçbir
farkları yoktur, ancak olağanüstü yeteneklerle donatılmışlardır. Bir molekül,
DNA şeridindeki hatalı kısmı nasıl tespit edebilir? Bunun için yaklaşık 3
milyar harften oluşan DNA dizisini, tam sırasıyla ezbere biliyor olması ve bu
şekilde hatalı bir harfi tespit edebiliyor olması gerekmektedir. Ayrıca hatayı
düzeltmek için izlemesi gereken son derece akılcı yöntemi de bilmekte ve
kusursuzca uygulamaktadır. Bu, insanı hayranlık içinde bırakan çok önemli bir
bilgidir. Her türlü eksiklikten münezzeh olan Yüce Allah, küçücük molekülleri
böyle olağanüstü yeteneklerle yaratarak, yaratışındaki ihtişamı
sergilemektedir. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, canlılar ve tüm evren hakkındaki
bilgilerini artırdıkça, Allah'ın sonsuz gücüne ve azametine olan teslimiyeti
daha da artar, Yüce Allah'ı en güzel isimleriyle tesbih eder.
29.
KONU
PROTEİN
ÜRETİMİ
Hücrelerdeki
protein üretimi, Allah'ın yarattığı mucizevi olaylardan bir tanesidir. Her
hücre, son derece gelişmiş, ileri bir teknoloji ve organizasyona sahip bir
fabrika gibi çalışır. Gözle görülmesi imkansız olan, ancak çok gelişmiş
mikroskoplarla görülebilen bu mikro dünyada, olağanüstü olaylar meydana
gelmektedir. Şimdi, bu kusursuzca ve mükemmel bir verimle çalışan fabrikadaki
protein üretiminin ana hatlarını kısaca inceleyelim:
1. Vücutta herhangi bir proteine ihtiyaç
duyulduğu zaman bu ihtiyacı ifade eden bir mesaj, üretimi gerçekleştirecek olan
hücrelerin çekirdeklerinde bulunan DNA molekülüne ulaştırılır. Burada dikkat
edilmesi gereken çok önemli bir nokta bulunmaktadır; vücutta herhangi bir
protein ihtiyacı olduğunda yine protein olan bazı haberciler, nereye
başvurmaları gerektiğini bilerek, tüm vücutta ilgili yeri bulabilmekte, ihtiyaç
mesajını doğru yere doğru şekilde iletebilmektedirler. Bu iletişimi sağlayan
protein kendisine göre karanlık bir dehliz olan vücudun içinde kaybolmadan
yolunu bularak, taşıdığı mesajı kaybetmeden ya da herhangi bir parçasına zarar
vermeden oraya ulaştırmaktadır. (şekil 105)
DNA'dan
da bir proteinin formülünü talep etmek için özel bir lisan kullanılır. Bu lisan
4 harften oluşan bir alfabeye sahiptir (A, G, C, T). Hücre içindeki işlerin
aksamaması, ihtiyacın doğru karşılanması, kısacası hücre yaşamının devam
edebilmesi için doğru proteinin üretilmesi çok önemlidir. Bu yüzden hangi
proteinin üretilmesi gerektiği ile ilgili mesaj alındıktan sonra DNA'dan doğru
bilginin seçilerek alınması gereklidir.
Peki
bu seçimi kim yapacaktır? RNA polimeraz
adlı enzim. Bu enzimin yaptığı iş son derece zordur. Herşeyden önce, 3 milyar
harften oluşan DNA molekülünün içinden, üretilecek proteinle ilgili gerekli
harfleri seçip alması gerekmektedir. Polimeraz enziminin 3 milyar harften
oluşan DNA molekülünün içinden, birkaç satırlık bir bilgiyi bulup çıkarması,
1000 ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfasına saklanmış, birkaç
satırlık özel bir yazıyı hiçbir tarif olmadan o anda bulmaya benzer.
3. Kopyalama işleminin başlaması için çok
önemli bir engel aşılmalıdır. DNA molekülünün merdiven gibi birbirine dolanmış
kollarının kopyalama işlemi için ayrılmaları gerekir. Bu ayrılma işleminde yine
RNA polimeraz enzimi iş başındadır. RNA polimeraz, kodlanacak genin
başlangıcından 35 harf öncesine bağlanarak, sarılmış merdiven gibi olan DNA'nın
basamaklarını bir fermuarı açar gibi açar. Bu açılma çok hızlı yapılır. Öyle
ki, bu hızdan dolayı DNA'nın ısınıp yanma tehlikesi oluşur. Ama sistem öylesine
mükemmel düzenlenmiştir ki, bu tehlike de düşünülmüştür. Önceden alınan bir dizi
tedbir sayesinde yanma tehlikesi ortadan kaldırılır; özel bir enzim sanki
oluşabilecek tehlikenin farkındaymış gibi, gidip DNA'nın açılmış olan
sarmalının iki ucunu tutarak bu sürtünmeye izin vermez. Ve yine özel enzimler
DNA'nın açılması sırasında birbirine dolaşmasını önlerler. Bu enzimler olmasa
"mesajcı RNA" olarak adlandırılan sipariş fişinin kopyalanması mümkün
olmaz. Çünkü fermuar gibi açılan DNA sarmalının kolları kopyalama işlemi
başlamadan tekrar birbirine dolanır ve sürtünmeden dolayı DNA'nın yapısı
bozulur. Görüldüğü gibi, her aşamada onlarca enzim ve protein yer almakta ve
hepsi birbiri ile büyük bir uyum içinde görevlerini eksiksizce yerine
getirmektedirler.
4. Alınan bu özel tedbirlerden sonra
aşılması gereken birkaç engel daha vardır. Örneğin istenilen proteinin amino
asit dizilimini içeren bilgi büyük DNA molekülünün herhangi bir bölgesinde
bulunabilir. Bu durumda farklı yerlerde bulunan bilgileri, yani amino asit
dizilimini işaret eden şifreleri kopyalamak için polimeraz enzimi ne
yapacaktır?
DNA'yı
koparamaz, istemediği şifrelerin üzerinden atlayamaz. Doğrudan aynı hat
üzerinde devam ettiğinde gereksiz bilgileri de kopyalayacak ve istenilen
protein oluşmayacaktır.
Bu
sorunun çözümü için olağanüstü şuurlu bir olay daha gerçekleşir ve DNA
kopyalama işlemine yardım etmesi gerektiğini düşünmüş gibi, bükülerek,
istenmeyen şifre dizisinin olduğu bölümü dışarı doğru kıvırır. Böylece ardı
ardına okunması gereken, ama arada başka şifreler de olduğu için birbirlerinden
uzak kalan şifre dizilerinin uçları birbirleri ile birleşir. Böylece
kopyalanması gereken şifreler tek bir hat üzerine gelmiş olur. Bu şekilde
polimeraz enzimi sipariş fişini üretilecek protein için kolayca kopyalayabilir.
5. DNA'dan sipariş fişininin kopyalanması
sırasında gerçekleşen olağanüstü ve Yüce Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu
gösteren olaylar bunlarla da bitmez. Kopyalamayı birilerinin durdurması
gerekmektedir, aksi takdirde polimeraz enzimi, geni baştan sona kopyalar.
Proteini kodlayan genin sonunda, o genin bittiğini gösteren bir kodon vardır.
(DNA'daki şifreyi oluşturan nükleotidlerin her üçlü grubuna kodon denir.) RNA
polimeraz durdurucu kodona geldiğinde, kopyalama işlemini durdurması
gerektiğini anlar ve üzerinde protein için gerekli mesajı taşıyan mesajcı RNA
ile DNA'dan ayrılır. (şekil 106) Ancak bu noktada yine çok dikkatli davranılır.
Çünkü mesajcı RNA hücre çekirdeğinden çıkıp, üretimin yapılacağı ribozoma
gidene kadar bir hayli yol katedecektir. Bu esnada üzerindeki mesajın hiçbir
zarar görmemesi gerekir. Bu nedenle, hücre çekirdeğinden bazı özel enzimlerin
koruması altında çıkar.
Protein
üretiminin aşamaları bunlarla sınırlı değildir. Ancak bu aşamaya kadar dahi
gerçekleşen mucizevi olaylar, Allah'ın üstün sanatının ve sınırsız ilminin
delillerindendir.
30.
KONU
PROTEIN
ÜRETİMİNİN SON AŞAMASI
Hücrede
protein üretimi için gerekli olan bilginin DNA'da bulunmasından ve
kopyalanmasından sonra şimdi de bu bilginin proteinin üretileceği fabrika olan
ribozomlara ulaştırılması gereklidir. Her hücrede bulunan bu organeller
çekirdekteki DNA'dan oldukça uzakta ve hücrenin bütün sitoplazmasına (hücre içi
sıvısına) dağılmış haldedirler. Bu fabrikalara üretim siparişleri eksiksiz bir
biçimde süratle ulaştırılmalıdır. Mesajcı RNA (mRNA), yolunu şaşırmadan ve
hücrenin içinde bulunan birçok organel ve molekül arasında hiç tereddüt etmeden
ribozomu bulur. mRNA ribozomu bulduğunda onun dış kısmına bir hat şeklinde
yerleşir. Bu şekilde artık üretilmek istenilen proteinin amino asit dizilimine
ait bilgi üretim merkezine ulaşmıştır. Bunun üzerine, üretilecek protein için
gerekli olan hammaddelerin yani amino asitlerin ribozoma getirilmesi için
hücrenin diğer bölgelerine mesajlar gönderilmeye başlanır.23
(şekil 107)
Kullanılacak
olan amino asitleri hücre içinde arayarak bulma ve ribozoma getirme görevi taşıyıcı
RNA (tRNA)'ya aittir. Her canlı hücresinde 20 çeşit amino asit vardır. İşte bu
20 çeşit amino asitin, yani hammaddenin her biri kendisine özel bir nakliye
aracı tarafından taşınır.24 Amino asitlerin
kendilerini taşıyacak olan tRNA'ya bağlanmaları da bir seri karmaşık işlem
sonucunda gerçekleşir.
Nakliye
görevini yapan her tRNA, ribozoma getirdiği her amino asiti üretim talimatında
belirtilen yere götürür ve üretimdeki işleyişin bozulmamasını sağlar.
Bu
şuursuz moleküllerde görülen kusursuz disiplin adeta, bilinçli ve sorumluluk
sahibiymişcesine hareket etmeleri, her birinin üstün akıl ve güç sahibi olan
Allah'a boyun eğdiklerinin ve O'nun kontrolü ile hareket ettiklerinin
delillerindendir.
Artık
sipariş, yani üretilecek proteine ait bilgi ve gerekli hammaddeler hazırdır.
Ortada aşılması gereken bir problem daha vardır. Üretim bilgisi, yani sipariş,
daha önce bahsettiğimiz şekilde DNA'da özel bir dilde yazılmıştır. Ve üretim
özel bir dilde yazılan bu bilgiye göre yapılmalıdır. Fakat hammadde olarak
kullanılan amino asitlerin dizilimleri başka bir dildedir. Karşılaşılan bu
problemi şöyle ifade edebiliriz: Sipariş fişindeki yazılı emir, DNA'yı
oluşturan şifrenin dilidir, yani 4 harfli bir alfabeden oluşan özel bir dilde
yazılmıştır. Üretilecek olan proteinlerin dili de 20 harfli bir alfabeden
oluşan bir başka dildir. (proteinleri oluşturan amino asitler 20 çeşit olduğu
için) İşte bu lisanın farklılığı gibi, DNA'dan gelen üretim bilgisi amino
asitlerin anlayacağı dilden değildir. Sonuç olarak, DNA'dan gelen bilgiye hangi
amino asitin denk geldiğini anlayabilmek için, DNA'daki dilin diğerine tercüme
edilmesi gerekir.
Ribozom
fabrikası yaşamın sağlıklı biçimde devam etmesi için bu problemi en mükemmel
şekilde çözen bir mekanizmayla donatılmıştır. Çözüm olarak üretim sırasında
fabrikada yani ribozomda farklı iki dil arasındaki tercümeyi yapan bir tercüme
sistemi yaratılmıştır. Kodon-antikodon metodu olarak adlandırılan bu tercüme
sistemi şu andaki en gelişmiş bilgisayar merkezlerinden çok daha üstün bir şekilde,
adeta bu iki dilde uzmanlaşmış bir tercüman gibi çalışır. DNA'nın özel lisanı
ile yazılmış olan dört harfli protein bilgilerini 20 harften oluşan protein
diline çevirir. Böylece hangi amino asitlerin yan yana dizileceğini ifade etmiş
olur. Sonuçta da istenilen proteinin doğru bir şekilde üretilmesini sağlar. Bu
çeviri işlemindeki hatasızlık kuşkusuz çok dikkate değerdir. Bir hücrenin,
dolayısıyla canlıların yaşaması için gerekli binlerce proteinin üretilmesinde
ancak bir veya iki yanlışlığa yer olabilir. İnsanların yaptığı hiçbir
teknolojik ürün veya konusunda en uzman ve dikkatli insanlar dahi, protein gibi
yaklaşık 200 romana eşdeğer bir yazıyı bu kadar hatasız ve kusursuz çevirip
yazamaz.25 Ancak her an Allah'ın
kontrolü altında hareket eden bu moleküller, herşeyi eksiksizce yerine
getirirler. Tüm bunlarda iman eden akıl sahipleri için Allah'ın mucizeleri
tecelli etmektedir.
31.
KONU
HÜCRE
ZARI VE ORGANİZE 100 TRİLYON İŞÇİ
Bir
otomobil fabrikasının nasıl çalıştığını düşünelim. Fabrikadaki söz gelimi bin
işçinin hepsinin disiplin ve uyum içinde çalışması gerekir. Bu organizasyonu
sağlamak için birçok denetleme sistemi ve emir-komuta zinciri kurulmuştur. Her
bölüm kendisinden istenen parçayı üretir. Örneğin bir yerde motor parçaları,
başka bir bölümde ise kapılar yapılır. Herkes, hangi ürünün nerede
kullanılacağını bilir. Herşey kontrol altındadır.
Ancak
açıktır ki, eğer aynı fabrikaya, araba üretiminden hiç haberi olmayan,
alabildiğine cahil bin kişi konursa ve bunlardan neyi nasıl üreteceklerini kendilerinin
bulması istenirse büyük bir kargaşa ve kaos ortaya çıkar.
Buna
karşın insan vücudunda bin değil, 100 trilyon "işçi" büyük bir uyum
içinde çalışır. Bunlar, bir fabrikadaki işçilerden çok daha bilinçli ve
eğitimli olan hücrelerdir. Yalnızca kendi içlerindeki mucizevi işlemler değil,
birbirleri arasındaki koordinasyon da aynı derecede göz kamaştırıcıdır.
Birbirlerini zarlarındaki tanıma sistemleriyle tanırlar. Mide hücresi mide
hücresini, saç hücresi saç hücresini tanır. (şekil 108)
Kaçınılmaz
sorular yine karşımıza çıkmıştır: İki zar birbirini nasıl tanır? Bu işçiler
nasıl eğitilmişlerdir? Nasıl olur da büyük bir sadakatle görevlerini yaparlar?
100
trilyon hücrenin her biri vücut için kendisinden istenileni yapar. Peki her
hücre her an ne yapması gerektiğini nereden bilir? Elbette ki tüm bunlar Yüce
Allah'ın ilmi ve ilhamı ile gerçekleşmektedir. Örneğin bölünmenin olması
istenen bölgedeki hücrelere beyin "bölün" emri verir. Bunun için
hormonlar salgılanır. Her hormon ilgili hücreye giderek beynin mesajını iletir.
Elçi, hücreye geldiğinde mesajını hücre zarında bulunan algılayıcı proteine
bildirir. Protein aldığı mesajı, merkeze bildirir. Hücre de bu emri anlar,
karar alıp buna göre harekete geçer. (şekil 109, 110)
Peki
düşünmeye devam edelim; bir yağ denizinin üzerindeki protein adasının verilen
emri anlaması, bunu hücrenin merkezine bildirmesi, hücrenin bu emre itaat
etmesi ve ömrünü nerede kullanılacağını bilmediği bir maddeyi üretmeye adaması
sıradan bir bilgi olarak karşılanabilir mi? Elbette karşılanamaz.
Üstelik
biraz önce de belirttiğimiz gibi zar üzerinde bulunan yüzlerce geçiş noktası,
algılayıcılar, kontrolörler hepsi birbirlerinden haberli olarak, büyük bir
uyumla hareket ederler. Oysa bunların hepsi bilinçsiz proteinlerdir. Hücre
zarının bu saydığımız özelliklerini kendi kendine elde etmediği, bu sistemin
yaratıldığı açıkça ortadadır.
Böyle
bir sistem elbette ki bir amaçla yaratılmıştır. Vicdan ve akıl sahibi bir
insan, bu mucizevi delilleri görür ve Yüce Allah'ı gerektiği gibi tanıyıp takdir
eder. Ayetlerde, Rabbimiz'in mucizeleri karşısında müminlerin tavırları şöyle
bildirilmektedir:
Şüphesiz göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için
gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı
zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler
ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin
azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
32.
KONU
DUYMA
ANINDA NELER OLUYOR?
Yolda
karşılaştığınız bir arkadaşınız size "merhaba" dediğinde,
arkadaşınızdan gelen ses dalgaları kulak kepçesi tarafından toplanır. Ses,
yolculuğu sırasında saniyenin ellide birinde 6 m. yol kat eder.
İki
kulağın içinde titreşen hava, hızla orta kulağa kadar olan mesafeyi kat eder.
7.6 mm çapında olan kulak zarı titremeye başlar. Bu titreme hareketi üç küçük
kemiğe iletilir. Ses titreşimleri böylece mekanik titreşimlere dönüşür. Daha
sonra ise bu kemiklerdeki titreşimler iç kulağa iletilir ve buradaki salyangoza
benzeyen koklea isimli yapının içinde bulunan özel sıvıyı hareketlendirir.
(şekil 111)
Koklea'nın
içerisinde farklı ses tonları birbirinden ayrıştırılır. Kokleanın içinde, tıpkı
bir müzik aleti olan arpteki teller gibi, değişik kalınlıklarda ince teller
uzanmaktadır. (şekil 112)Arkadaşınızın sesi şimdi bu telleri adeta çalmaktadır.
"Merhaba" sesi, başlangıçta düşük perdeden başlamış sona doğru
yükselmiştir. Önce kalın teller titreşir sonra bunu inceleri takip eder.
Sonunda iç kulaktaki on binlerce çubuk şekilli cisimcik, kendi titreşmelerini
işitme sinirlerine aktarır. (şekil 113)
Artık
"merhaba" sesi sadece bir elektrik sinyalidir. Bu sinyal, işitme
sinirleri içinde beyne doğru hızla ilerler. Sinirlerdeki bu yolculuk, sinyaller
beyindeki duyma merkezine ulaşıncaya kadar devam eder. Bu yolculuğun sonunda
beyindeki milyonlarca nöronun büyük bir kısmı, elde edilen işitme bilgilerini
değerlendirmekle meşguldür. Böylece arkadaşınızın merhabasını duymuş olursunuz.
(şekil 114)
Burada
son derece yüzeysel hatları ile anlatılan bu işlemler, gerçekte çok daha
karmaşıktır ve saniyeden de kısa bir sürede gerçekleşir. Her gün yüzbinlerce
kez görür ve işitiriz. Ancak çoğu zaman bunları nasıl yapabildiğimizi
düşünmeyiz. Oysa gördüğümüz ve duyduğumuz herşeyi Rahman ve Rahim olan Allah'ın
rahmetiyle görmekte ve işitmekteyiz. Bunun için de tüm bunlar müminlerin
şükürlerine vesile olmalıdır.
Nitekim
Allah Kuran'da insanlara bu gerçek üzerinde düşünmelerini ve şükredici
olmalarını şöyle bildirmiştir:
Allah, sizi
annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz
diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
33.
KONU
KANIN
PIHTILAŞMASI
Bir
yeriniz kesildiğinde ya da eski bir yaranız kanadığında, zaman içinde kanamanın
duracağını bilirsiniz. Kanayan yerde bir pıhtı oluşacak, bu pıhtı zamanla
sertleşecek ve yara iyileşecektir. Bu sizin için kolay görünen olağan bir durum
olabilir. Oysa, biyokimyacılar yaptıkları araştırmalarla bunun oldukça karmaşık
bir sistemin işleyişinin sonucu olduğunu ortaya çıkardılar.26
Bu sistemin parçalarından herhangi birinin eksilmesi veya zarar görmesi sistemi
işlemez kılacaktır.
Kan
doğru yerde, doğru zamanda pıhtılaşmalı ve şartlar normale döndüğünde pıhtı
ortadan kalkmalıdır. Sistem en küçük ayrıntıya varana dek kusursuz bir biçimde
çalışmalıdır.
Eğer
bir kanama söz konusu ise, canlının kan kaybından ölmemesi için pıhtının hemen
meydana gelmesi gerekir.
Ayrıca,
pıhtının yaranın üzerinde boylu boyunca oluşması ve en önemlisi de sadece
yaranın üzerinde kalması gereklidir. Yoksa tüm kanın pıhtılaşmasına ve canlının
ölümüne neden olacaktır. Bu nedenle kanın pıhtılaşması sıkı bir denetim altında
tutulmalı ve pıhtı doğru zamanda doğru yerde oluşmalıdır.
Kemik
iliği hücrelerinin en küçük temsilcisi olan kan plakçıkları ya da trombositler
hayati bir özelliğe sahiptir. Bu hücreler, kanın pıhtılaşmasındaki ana
unsurdur. Von Willebrand faktörü adlı bir protein, kanda dolaşıp durmakta olan
trombositlerin kaza yerini geçmemelerini sağlar. Kaza yerinde takılı kalan
trombositler, o anda diğer trombositleri de olay yerine getiren bir madde
salgılar. Bu hücreler daha sonra hep birlikte açık yarayı kapatır.
Trombositler, görevlerini yerine getirdikten sonra ölür. Onların, kendilerini
feda etmeleri, kan pıhtılaşma sisteminin yalnızca bir parçasıdır. (şekil 115)
Kan
pıhtılaşmasını sağlayan bir diğer protein de trombindir. Bu madde yalnızca açık
bir yaranın olduğu yerlerde üretilir. Bu üretim ne az ne de fazla olmamalıdır.
Üstelik üretim, tam zamanında yapılmalı ve yine tam zamanında durdurulmalıdır.
Şu ana değin trombin üretiminde rol alan ve tamamı "enzim" olarak
adlandırılan yirmiden fazla vücut kimyasalı tanımlanmıştır. Bu enzimler, kendi
üretimlerini durdurabilir ya da başlatabilir. Süreç öylesine bir denetim
altındadır ki, trombin ancak tam bir doku yaralanması söz konusu olduğunda
oluşur. Vücutta pıhtılaşma için gerekli olan tüm enzimler yeterli miktara
ulaşır ulaşmaz, yapısal maddesi protein olan uzun iplikçikler oluşturulur. Bu
iplikçiklerin adı fibrinojendir. Kısa zamanda fibrinojen iplikçiklerinden bir
ağ oluşturulur. Bu ağ kanın dışarı akışının olduğu yerde kurulur. Diğer yandan
ise kandaki trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaşınca bir
tıkaç vazifesi görerek kanamanın durmasını sağlayacaktır. İşte pıhtı dediğimiz
şey de bu yığılmayla oluşan tıkaçtır. (şekil 116)
Yara
tamamen iyileşince ise kan pıhtısı çözülür.
Bir
kan pıhtısının oluşması, pıhtının sınırlarının belirlenmesi, oluşan pıhtının
güçlendirilmesi veya ortadan kaldırılmasını sağlayan sistem indirgenemez
kompleksliğe sahiptir. Kanın pıhtılaşması, bir parçanın diğer bir parçayı
harekete geçirmesi şeklinde ortaya çıkan bir olaylar zinciridir.
Sistem
en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir biçimde çalışır.
Peki
eğer bu mükemmel işleyen sistemde en ufak bir aksaklık olsaydı ne olurdu?
Mesela yara olmadığı halde kanda pıhtılaşma olsaydı? Ya da yaranın etrafında
oluşan pıhtı yerinden rahatlıkla ayrılsaydı? Bu soruların tek bir cevabı
vardır: Böyle bir durumda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden
yollar pıhtı tıkaçlarıyla tıkanırdı. Bu ise kaçınılmaz olarak ölümle
sonuçlanırdı.
Bu
gerçek de bizlere bir kez daha göstermektedir ki, insan vücudu kusursuzca
yaratılmıştır. Sadece kanın pıhtılaşma sisteminin bile rastlantılarla ve evrim
teorisinin iddia ettiği sözde "kademeli gelişim" varsayımıyla
açıklanması imkansızdır. Her detayı ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu
sistem, yaratılışın mükemmelliğini gözler önüne sermektedir. Bizi yaratıp bu
dünyaya yerleştirmiş olan Yüce Allah, hayatımız boyunca karşılaşacağımız küçük,
büyük her türlü yaralanmaya karşı, bedenimizi bu sistemle birlikte yaratmıştır.
Ayrıca
belirtilmelidir ki; kanın pıhtılaşması, sadece gözle görülür yaralar için
değil, bedenimizde her gün sürekli gerçekleşen kılcal damar parçalanmalarının
tamiri için de çok önemlidir. Siz hissetmeseniz de gerçekte gün boyunca sürekli
küçük iç kanamalar geçirirsiniz. Kolunuzu kapının kenarına çarptığınızda ya da
bir koltuğa sertçe oturduğunuzda, yüzlerce küçük kılcal damarınız parçalanır.
Bu parçalanma sonucunda oluşan iç kanama, pıhtılaşma sistemi sayesinde hemen
durdurulur, daha sonra da vücut aynı kılcal damarları yeniden inşa eder. Eğer
çarpma biraz şiddetliyse, pıhtılaşma öncesindeki iç kanama da biraz daha şiddetli
olur ve bu yüzden çarptığınız yerde bir "morarma" oluşur. Kandaki bu
pıhtılaşma sisteminden mahrum olan bir insanın, hayatı boyunca en ufak bir
darbeden bile korunması ve adeta pamuk içinde yaşatılması gerekecektir. Nitekim
kanlarındaki pıhtılaşma sistemi kusurlu olan "hemofili" hastaları, bu
şekilde ömür sürerler. Ancak ileri derecede hemofili hastaları genellikle fazla
uzun yaşayamazlar. Yolda yürürken düşmeleriyle oluşan bir iç kanama bile,
hayatlarını sona erdirmek için yeterlidir. Bu gerçek karşısında her insanın
kendi bedenindeki yaratılış mucizesi üzerinde düşünmesi ve bu bedeni kusursuzca
yaratmış olan Allah'a şükredici olması gerekir. Bizim tek bir sistemini, hatta
tek bir hücresini dahi üretmekten aciz olduğumuz bu beden, Yüce Allah'ın bizlere
bir lütfudur. Rabbimiz bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizleri Biz
yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz?" (Vakıa Suresi, 57)
34.
KONU
SAVUNMA
SİSTEMİ
Vücudumuzu
bakteri ve virüs gibi düşmanlarına karşı koruyan savunma sistemi aynı disiplinli
bir ordu gibi hareket eder. Savunma sistemimizin düşmanlarına karşı savaşı üç
önemli bölümden oluşur.
1-
Düşmanın tespiti; ilk müdahale.
2-
Gerçek ordunun müdahalesi; sıcak savaş.
3-
Sakin duruma dönüş.
Savunma
sisteminin savaşa başlamadan önce mutlaka düşmanı iyice tanıması, etraflı bir
istihbarat edinmesi gerekir. Çünkü her savaş, düşmana göre değişen farklılıklar
gösterir. Dahası bu istihbarat gerektiği gibi yapılmazsa, savunma sistemimiz
yanlışlıkla kendi hücrelerimize saldırabilir.
İlk
müdahale savunma sisteminin çöpçü hücreleri olan fagositlerden gelir.
Fagositler düşmana karşı savaş verirler. Bir anlamda düşmanla ilk fiziksel
teması sağlayan piyade birlikleri gibidirler. (şekil 117)
Kimi
zaman fagositler düşmanın yayılma hızına yetişemezler. Bu durumda devreye
makrofajlar girer. Makrofajları da düşmanın içine dalan süvarilere
benzetebiliriz. Aynı zamanda makrofajlar, salgıladıkları özel bir protein
sayesinde, vücutta genel alarm verilmesini, yani vücut ısısının yükselmesini
sağlarlar. (şekil 118)
Ancak
makrofajların çok önemli bir özellikleri daha vardır. Makrofaj hücresi bir
virüsü yakalayıp yutunca, virüsün özel bir bölümünü kopartır. Bu parçayı bir
bayrak gibi üzerinde taşır. Bu parça savunma sisteminin diğer elemanları için
bir işaret, aynı zamanda da bir istihbarattır.
Düşmanı,
makrofajdan aldıkları istihbarat sayesinde tanıyan yardımcı-T hücrelerinin ilk
işi, öldürücü T hücrelerine haber vermek ve onları çoğalmaları için uyarmaktır.
(şekil 119) Uyarılan öldürücü T hücreleri, kısa sürede bir ordu haline
gelirler. Yardımcı T hücreleri, sadece öldürücü T hücrelerini uyarmakla
kalmazlar. Hem olay yerine daha fazla fagositin gelmesini sağlarlar hem de
düşmanla ilgili topladıkları bilgileri, dalak ve lenf bezlerine ulaştırırlar.
(şekil 120)
Lenf
bezlerine ulaşıldığında, taşınan bu bilgi sayesinde, görev sıralarını bekleyen
B hücreleri harekete geçirilir. (B hücreleri kemik iliğinde üretildikten sonra
görevlerini beklemek üzere lenf bezlerine giderler.) (şekil 121)
Harekete
geçen B hücreleri birtakım aşamalardan geçerler. Uyarılan her bir B hücresi,
çoğalmaya başlar. Ta ki aynı tipte binlerce hücre oluşana kadar. Savaşa hazır
hale gelen B hücreleri bölünür ve başkalaşarak plazma hücreleri haline
gelirler. Plazma hücreleri de antikorları salgılarlar. Salgılanan antikorlar
düşmanla savaşırken kullanılacak birer silahtırlar. B hücreleri, saniyede
binlerce silah (antikor) üretebilirler. Üretilen bu silahlar oldukça
kullanışlıdır. Önce düşmana bağlanacak, daha sonra da düşmanın (antijenin)
biyolojik yapısını bozacak niteliktedirler. (şekil 122)
Eğer
virüs hücrenin içine girerse, antikorlar virüsü yakalayamazlar. Bu sefer
devreye yine öldürücü T hücresi girer ve MHC molekülleri sayesinde hücrenin
içindeki virüsleri tespit eder ve hücreyi öldürürler. (şekil 123)
Fakat
virüs, öldürücü T hücrelerinin bile fark edemeyeceği şekilde kamufle oluyorsa,
bu sefer devreye kısaca NK olarak adlandırılan "doğal katil hücreler"
(naturel killer cells) girerler. Bu hücreler, diğer hücrelerin fark
edemedikleri, içlerinde virüs bulunan hücreleri tahrip ederler. (şekil 124)
Zafer
kazanıldıktan sonra baskılayıcı T hücreleri savaşı durdururlar. (şekil 125)
Savaş bitmiştir; ama asla unutulmayacaktır. Bellek hücreleri, düşmanı artık
hafızasına almıştır. Yıllarca vücutta kalan bu hücreler, aynı düşmanla tekrar
karşılaşıldığında savunmanın çok süratli ve etkili olmasını sağlarlar. (şekil
126)
Bu
savaşın kahramanları askeri eğitimden geçmemiştir, akıl sahibi insanlar
değildir ve milyonlarcası biraraya geldiğinde dahi bir noktanın içini doldurmayacak
kadar küçük olan hücrelerdir.
Üstelik
hayranlık uyandıran özelliklere sahip olan bu ordu, sadece savaşmakla kalmaz.
Savaşırken kullanacağı tüm silahları kendisi üretir, tüm savaş planlarını,
stratejilerini kendisi ayarlar ve savaş sonrası ortalığı temizler.
Elbette
ki savunma sistemimiz de evrendeki herşey gibi kendi yaratılışına uygun hareket
etmektedir: Yüce Allah Kuran'da şu şekilde bildirmektir:
Ve 'kendi
yaratılışına uygun' Rabbine boyun eğdiği zaman; (İnşikak Suresi, 2)
35.
KONU
B12
VİTAMİNİNİN YOLCULUĞU
Mide
mukozasının bir özelliği, kan üretimi yapan kemik iliğine katkıda bulunmasıdır.
Vücut için büyük öneme sahip B-12 vitamininin kemik iliğine ulaşmasını sağlar.
B-12 vitamininin kemik iliğine ulaşıncaya kadar gerçekleştirdiği yolculuk ve
mide mukozasının bu yolculuktaki rolü incelendiğinde, karşımıza mikroskobik
düzeyde gerçekleşen büyük bir mucize çıkar.
B-12
vitamini insan vücuduna girdikten sonra sindirim sistemi boyunca bir yolculuk
yapar. Ardından ince bağırsaktan kan dolaşımına geçiş yaparak kana karışır ve
kemik iliği hücrelerine ulaşır. (şekil 127).
B-12
vitamininin özümsenmesi ince bağırsakta gerçekleşir. Ancak ince bağırsakta
bulunan herhangi bir sindirim hücresi B-12 vitaminini yakalamaz. İncebağırsağın
küçük bir bölgesinde, yalnızca B-12 vitaminini yakalamakla görevlendirilmiş
özel bir hücre grubu bulunmaktadır.27
Bu hücre grubu bütün yaşamlarını -mucizevi bir şekilde- yalnızca B-12
vitaminini yakalamaya adamışlardır. Bu hücreler trilyonlarca molekül içinden
B-12 vitaminini ayırt eder ve yakalarlar. Peki B12 vitaminini bu hücreler nasıl
tanımakta, diğer maddelerden nasıl ayırt edebilmektedirler? B12 vitaminini
yakalama zorunluluğunu neden hissetmektedirler?
Bu
hücrelerin B-12 vitaminini yakalarken gösterdikleri akıl, elbette bir tesadüf
sonucunda ortaya çıkamaz. Açıkça anlaşıldığı gibi bu sistemi üstün ve güçlü
olan Yüce Allah özel olarak yaratmıştır. Sistemi biraz daha detaylı bir şekilde
incelediğimiz zaman çok daha mucizevi yaratılış delilleri karşımıza çıkar.
İncebağırsakta
bulunan hücreler, yalın haldeki B-12 vitaminini tanıyamazlar. B-12 vitamininin
bu hücreler tarafından tanınabilmesi ve yakalanabilmesi için özel bir molekülle
işaretlenmesi gereklidir. Bu ihtiyaç da elbette düşünülmüş ve B-12 vitamininin
bağırsağa ulaşmadan işaretlenmesini sağlayacak sistem de kurulmuştur.
B-12
vitamini henüz midede bulunduğu sırada, mide hücreleri B-12 vitamini için özel
bir molekül üretirler. Bu molekül B-12 vitamininin yolculuğunun ileriki
aşamalarında ihtiyaç duyacağı bir "kimlik belgesi"dir. Bu kimlik
belgesi B-12 vitaminine sıkıca yapışır ve B-12 ince bağırsağa doğru yolculuğuna
devam eder. (şekil 128)
İncebağırsakta
yalnızca B-12 vitaminini bulmakla görevli olan sınır memurları (özelleşmiş
hücre grubu), B-12 hücresinin kan dolaşımına geçmesini sağlayacaklardır. Ama bu
memurlar yalın halde bulunan B-12 vitaminini tanıyamamaktadır. İşte bu aşamada
B-12 vitamininin imdadına elindeki kimlik belgesi yetişir. Sınır memurları bu
kimlik sayesinde trilyonlarca molekül arasından B-12 vitaminini tanır ve
bulurlar. Ardından yine bu kimlik molekülünün yardımı sayesinde B-12
vitamininin kan dolaşımına geçmesini sağlarlar. Böylece B-12 kan yoluyla kemik
iliğine ulaşmayı başarır. (şekil 129, 130, 131).
Görüldüğü
gibi, mide hücreleri B-12 vitamininin vücut için önemini bilmektedirler. Ayrıca
bağırsak hücrelerinin B-12 vitaminini tanımak için nasıl bir işarete
ihtiyaçları olduğunu da bilmekte ve bu işaret molekülünü özel olarak
üretmektedirler. Gözleri, elleri veya bir beyni olmayan bağırsak hücreleri de
bu işareti tanımakta ve B-12 vitaminini yakalamaktadırlar.
Unutulmaması gereken bir başka önemli nokta da, bütün bu
olaylar sonucunda özümsenen B-12 vitamininin, ne mide hücresinin ne de bağırsak
hücresinin işine yaramadığıdır. B-12 vitamini çok uzakta, kemik iliğinde
kullanılmaktadır. Bu vitamin sayesinde insan vücudunda kan üretilebilmekte ve
insanın yaşamını sürdürmesi sağlanmaktadır.
Yalnızca bir vitaminin yapmış olduğu yolculuk ve bu
yolculuktaki detaylar bile insan bedeninde kurulu sistemin kusursuzluğunun
anlaşılması açısından yeterlidir.
Kuşkusuz bu işlemler sırasında sergilenen keskin şuur ve
kusursuz işleyiş söz konusu hücrelerin iradesi ile gerçekleşemez. Sonuçta hücre
denilen varlıklar şuursuz atomların birleşmesiyle meydana gelen yapılardır.
Hücre içinde şuur, irade veya bir güç aramak son derece anlamsız olacaktır.
Buradaki sistemi yaratan da, herşeyi yoktan var eden alemlerin Rabbi Yüce
Allah'tır.
36.
KONU
İNSAN
BEDENİNİN KİMYAGERİ: PANKREAS
Güzel
bir akşam yemeği yediğinizi düşünelim. Çeşitli besinlerden oluşan bu yemeği
nasıl sindireceğinizi şimdiye kadar hiç aklınıza bile getirmemiş olabilirsiniz.
Hatta bütün bu besinlerin her birinin farklı enzimlerle işleme tabi tutulması
gerektiğini de bilmiyor olabilirsiniz. Bu konuda eğitim almamış bir insanın bu
gibi bilgilere sahip olmaması elbette ki normaldir. Ancak bedendeki bir organ
bu bilgilerin tümüne sahiptir. Bu organ hangi besinin ne gibi bir enzimle
sindirileceğini bilir. Hiçbir karışıklık ve aksaklık çıkmadan, en doğru zamanda,
en doğru kimyasal salgıyı besinlere gönderir. Bu organ pankreastır.
Pankreas vücuttaki en önemli organlardan bir tanesidir.
Pankreas damarlarda akan kanın içinde ne kadar şeker molekülü bulunması
gerektiğine karar verir. Eğer kandaki şeker molekülü sayısında bir azalma
olursa pankreas hemen sayıyı artıracak önlemler alır ve bu önlemler kişinin
hayatını kurtarır. Eğer şeker molekülü yoğunluğu artarsa bu sefer kandaki şeker
miktarını azaltacak önlemler alır.
Pankreas sindirim sistemine gönderdiği enzimlerle de
insan yaşamında çok önemli bir rol oynar. Aynı zamanda bağırsakların mide
asitleri tarafından parçalanmasını engelleyen enzim de yine pankreas tarafından
üretilir.
Bu görevleri teker teker incelersek, belki de hiç
dikkatimizi çekmeyen bu organın, bizim için ne kadar bilinçli ve planlı hareket
ettiğini ve bizi mutlak bir ölümden koruyacak kusursuz bir sisteme sahip olarak
yaratıldığını görürüz.
Sindirim işleminde pankreasın devreye girmesi özel bir
mesaj ile gerçekleşir. Midede sindirim işlemleri devam ederken özel bir enzim
olan "kolesistokinin" kana karışmaya başlar. Bu enzimin kanda belirli
bir düzeye ulaşması pankreası uyarır. Bu uyarı pankreasa görev zamanının
geldiğini bildirir ve pankreas, parçalayıcı enzimlerini onikiparmak bağırsağına
salgılamaya başlar.28 (şekil 132)
Pankreas, sindirim işleminin başladığını anlamakla
kalmaz, bir de yediğiniz yiyeceklerin çeşitlerini de anlayabilir. Ve yediğiniz
farklı yiyeceklere göre farklı sindirim enzimleri üretir. Örneğin makarna ve
ekmek gibi karbonhidratlı besinler yediğiniz zaman pankreasın salgıladığı
enzim, karbonhidrat parçalayıcı özelliğe sahiptir. Bu besinler onikiparmak
bağırsağına ulaştığında, pankreas karbonhidrat parçalayıcı özellikteki
"amilaz" isimli enzimi üretir.(şekil 133)
Eğer kırmızı et, balık ve tavuk gibi besinler yerseniz,
pankreas, proteinli yiyecek yediğinizi hemen anlar. Yine bu besinler
onikiparmak bağırsağına ulaştığında bu sefer proteinleri parçalayacak farklı
enzimler olarak "tripsin, kimotripsin, karboksipeptidaz, ribonükleaz ve deoksiribonükleaz"
üretir ve bu enzimler protein moleküllerine saldırır. Eğer yemeğinizin yağ
oranı fazlaysa bu enzimlerle beraber "lipaz" isimli, yağları sindiren
bir enzim daha devreye girer.
Görüldüğü gibi bir organ, yediğiniz yemeğin nelerden
oluştuğunu anlayıp, daha sonra bu besinlerin sindirilmesi için gerekli olan
kimyasal sıvıları ayrı ayrı üretmekte ve bunları sadece gerektiği anlarda
salgılamaktadır. Pankreas, karbonhidrat molekülü için protein parçalayıcı veya
yağ molekülü için karbonhidrat parçalayıcı sıvı salgılamaz. Ürettiği karmaşık
sıvıların kimyasal formüllerini unutmaz. Karışımı oluşturan herhangi bir
maddeyi kazara eksik tutmaz. Sağlıklı insanlarda, pankreas ömür boyu tam
gerektiği gibi hizmet eder.
Midede sindirim devam ederken mide hücreleri boş
durmazlar. Bu hücrelerden bazıları midede sindirilen besinin bir süre sonra
onikiparmak bağırsağına ulaşacağını sanki anlamış gibi harekete geçen mide
hücreleri pankreas hücrelerine mektup yazmaya (hormon salgılamaya) ve bu
hücreleri yardıma çağırmaya başlarlar. Ardından yazdıkları mektupları kan yolu
ile pankreasa gönderirler.
Kana bırakılan mektup vücut içinde yolculuk eder. Bu
yolculuk sırasında pankreasa gelindiği zaman, pankreas hücreleri mektubu tanır
ve hemen açarlar. Burada ilginç olan -kan yoluyla hemen hemen bütün vücudu
dolaştığı halde- mektubun diğer organların hücreleri tarafından açılmaması ve
özellikle okunmamasıdır. Bütün hücreler bu mektubun pankreas için yazıldığını,
kendilerini muhatap almadığını bilirler. Çünkü mektubun üzerinde pankreasın
adresi vardır. Yani mektubun moleküler yapısı yalnızca pankreas hücrelerinin
zarında bulunan algılayıcı moleküllerle etkileşecek şekilde özel olarak dizayn
edilmiştir. Yani mide hücresi, ürettiği hormonun üzerine gerçekten bir adres
yazmıştır. Üstelik vücuttaki milyarlarca farklı adres içinden pankreas
hücresinin adresini doğru bir şekilde yazmıştır. Bu adresin doğru şekilde
yazılabilmesi için mide hücresinin pankreas hücresinin bütün özelliklerini
bilmesi gerekir. (şekil 134)
Mucize yalnızca adresin doğru yazılması ile sınırlı
değildir. Mide hücresinin gönderdiği mektubun içinde bir de mesaj vardır. İnsan
vücudunun derinliklerinde, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki küçük canlı
(hücre) mektuplaşmakta ve haberleşmektedir. Birbirlerini hiç görmedikleri halde
birbirlerinin hangi dilden anladıklarını bilmektedirler. Dahası bu haberleşme
bir amaç içindir. İki hücre adeta birlik olmuş ve yediğiniz besinlerin
sindirilmesi için plan yapmaktadırlar. Şüphesiz bu gerçek bir mucizedir.
Kendisine ulaşan mektubu (kolesistokinin hormonunu)
okuyan pankreas hiç beklemeden bu mektuptaki emre itaat eder. Hemen besinlerin
sindirilmesi için gerekli enzimleri salgılamaya başlar. Eğer onikiparmak
bağırsağına ulaşan besin protein ise protein parçalayan bir enzim üretir. Eğer
besin karbonhidrat ağırlıklı ise bu sefer karbonhidrat parçalayan bir enzim
üretir ve bu enzimi onikiparmak bağırsağına gönderir.
Şimdi önünüze bir kara tahta konulduğunu ve bu kara
tahtanın üzerine sırayla bir protein molekülünün, bir yağ molekülünün ve bir
karbonhidrat molekülünün formüllerinin yazıldığını ve bu moleküllerin atomik
dizilimlerini gösteren şekillerin çizildiğini düşünelim. Ardından sizden bu üç
farklı moleküler yapının her birini parçalayacak en uygun moleküler yapıya
sahip enzimlerin formüllerini üretmeniz ve bu formülleri tahtaya yazmanız
istensin. (şekil 135)
Bu molekülleri parçalayacak enzimlerin formüllerini ancak
kimya konusunda uzman bir kişi yazabilir. Bu kişi de uygun formülü kendi hayal
gücüne dayanarak yazmaz. Ancak almış olduğu eğitim ve daha önce kendisine
öğretilen bilgiler doğrultusunda bu formülü yazabilir.
Durum böyle iken, pankreas hücrelerinin ürettikleri
enzimlerin kimyasal yapılarını nasıl bilebildikleri sorusu son derece önem
kazanmaktadır. Her pankreas hücresi söz konusu formüllerin bilgilerine
sahiptir. Bu bilgiye sahip olmakla kalmaz, bildiklerini en doğru şekilde
kullanır ve insana yorulmaksızın hizmet ederler. Pankreas hücreleri kimya
konusunda insanlardan çok daha başarılıdırlar. Çünkü insanın bu formülleri
üretebilmesi için eğitime ihtiyacı varken, küçücük bir hücre söz konusu
formülleri ezbere bilmektedir.
Hiçbir tesadüf, hücrelere böylesine üstün bir akıl,
böylesine özel bir bilgi kazandıramaz. Hiçbir tesadüf, hücrelerin birbirleri
ile haberleşecekleri, birbirlerinden yardım isteyecekleri bir sistem kuramaz.
Ayrıca hiçbir tesadüf tek bir pankreas hücresine tek bir kimyasal formülü
öğretemeyeceği gibi hücreye elindeki bilgiyi doğru zamanda kullanma yeteneği de
veremez.
Böylesine mucizevi olayları birbiri ardına meydana
getiren ve onlara her an çalışmayı ilham ederek insana hizmet ettiren güç,
alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır.
37.
KONU
HÜCRE
ZARINDAKİ NAKLİYECİ MOLEKÜLLER
Herhangi
bir sebeple kana karışan bir madde, hücre zarına geldiği zaman hemen hücre içine
giremez. Büyüklüğüne, kimyasal özelliklerine, faydalı veya zararlı oluşuna göre
farklı şekillerde karşılanır. Tıpkı bir ülkenin kapısındaki gümrük kontrolleri
gibi hücreye giriş yapacak bir madde de sıkı bir kontrole tabi tutulur. Yabancı
bir madde ise kimlik tespiti yapılır ve güvenliği tehdit ettiğine karar
verilirse sınır dışı bırakılır. Fakat kimi maddelerin giriş-çıkışı, bir ülkenin
kendi vatandaşlarına uyguladığı kolaylık gibi kolaylaştırılmıştır. Bu maddeler,
ciddi önlemlere tabi tutulmadan rahatlıkla hücreye girip çıkarlar. Hatta
bazılarının hücreye özel giriş yetkileri vardır. Kısacası hücre zarına gelen
maddeler kimliklerine göre çeşitli uygulamalarla karşılaşırlar.
Bir maddenin hücre zarından geçebilmesi -hücre zarının
maddesi ile "karışabilmesi"- için yağda çözünebilir olması gerekir.
Nasıl ki sıvı yağı su ile karıştırmayı ne kadar denersek deneyelim başarılı
olamazsak, benzer şekilde yağda çözünmeyen bir madde de hücre zarına karışamaz.
Bu tür maddelerin geçişi için özel bir yöntem uygulanır. Bu moleküllerin
geçişinde, hücre zarında bulunan proteinler rol oynar.
Kimi moleküller de hücre zarından içeri girerken,
büyüklüklerinden dolayı zardan tek başlarına geçemezler. Kanal proteinleri ve
taşıyıcı proteinler zardan geçmesine izin verdikleri molekül ve iyonların hücre
içine taşınmasına yardımcı olurlar. Hücre zarı proteinlerinin hangi maddeleri
taşıyacakları bellidir ve taşıyacakları maddenin seçiminde son derece titiz
davranırlar. Örneğin şekeri taşıyan sistem, aminoasiti taşımaz. Taşıyıcı protein,
iki molekülü, biçimlerinden ve atom sayılarından ayırt eder. Örneğin aynı atom
sayısını ve kimyasal grupları taşıyan iki molekülden birisinin molekül
biçiminde en ufak bir geometrik değişiklik olsa, taşıyıcı sistem bunu ayırt
eder ve o molekülü taşımaz. (şekil 136)
Şimdi şöyle bir düşünelim... Bir taşıyıcı ya da kanal
proteinin bir başka molekülün kimyasal formülünü tanıması, onu atom
sayılarından ayırt etmesi nasıl mümkün olabilir? Akıl ve şuurdan yoksun bir
protein, hücrenin faydasına olacak bir sorumluluğu kendi kendine nasıl
edinmiştir? Bu proteinlerin kendi kendilerine iş bölümü yapıp hücreye faydalı
molekülleri tanımaları, onları hücre içine almak için taşıma görevi edinmeleri
ya da tesadüf eseri bu sorumluluklarını eksiksiz olarak yerine getirmeleri
elbette ki mümkün değildir. Akıl ve vicdan sahibi herkes, tüm bu detaylarda
herşeyi yoktan var eden Yüce Allah'ın sonsuz gücünün, sınırsız ilmininin
delillerini görebilecektir.
38.
KONU
BEDENİ
KORUMAKLA GÖREVLİ
KOMPLEMAN
PROTEİNLERİ
Vücutta,
her an bedeni korumakta olan bir sistem bulunmaktadır. Bu sistemin bir parçası
olan kompleman proteinleri, vücuttaki "her hücreye" saldırmaya
programlanmıştır. Bu gerçekten de şaşkınlık uyandırıcıdır. Bedeni savunmak için
var olmalarına rağmen, bedeni oluşturan tüm hücreleri düşman görürler.
Kompleman proteinleri karaciğerde üretilir ve dolaşım sistemine oradan
katılırlar. Normal şartlarda kanın içinde gelişigüzel ve etkisizce dolaşan
hücrelerdir. Ancak uyarıldıklarında, aniden gördükleri bütün hücreleri yok etme
kararı alırlar. Aldıkları bu uyarı tek bir kompleman proteini kanalı ile
vücuttaki sistemin tümüne yayılır. Uyarı ile vücutta dost düşman ayırımı
yapmazlar.
Ancak vücuda ait zararsız hücreler, kompleman
proteinlerine karşı savunma yapabilecek şekilde yaratılmışlardır. Kompleman
proteinleri bedene ait hücrelere değer değmez, bu hücreler proteinleri etkisiz
hale getirir. Vücuda girmiş olan yabancı organizmalar ise, hiç beklemedikleri
bu koruma görevlilerinin mutlaka saldırısına uğrayacaklardır. (şekil 137)
Kompleman proteinlerinden bir tanesi yabancı organizmaya
bağlandığında, şekil değişikliğine uğrar. Bunu, kompleman proteinlerinden
diğerinin bakteriye bağlanması izler. Daha sonra, kompleman sisteme ait diğer
proteinler de bakteriye teker teker bağlanırlar ve kompleman avcıları, istilacı
bakterinin yüzeyini sarmış olur. (şekil 138) Kompleman sisteminin son elemanı
ise hücre zarına saldırmakla sorumludur. Bu protein, savunmasız kalmış
bakterinin tek koruması olan hücre zarında bir delik açar. Saldırı sonrasında
bakteri, içine su alarak patlar. (şekil 139) Bazen de kompleman proteinleri
başka bir yöntem kullanırlar. Düşmanlarını ince bir zarla kaplar ve bu şekilde
onları diğer yiyici hücreler için işaretlerler. (şekil 140)
Bütün bunlar, vücuda giren yabancı bakterinin de, vücut
içinde onunla savaşan moleküllerin de tek Yaratıcı olan Rabbimiz'in eseri
olduğunu göstermektedir. Bakteriler, nasıl bir tehlikeyle karşılaşacaklarının
açıkça farkındadırlar. Vücut hücreleri ise, vücuda girecek muhtemel bir
bakteriye karşı, henüz onu tanımadan tedbir geliştirmişlerdir. Bu tedbirleri
şuursuz bir hücrenin alabileceğini iddia etmek son derece akıl dışıdır. Bu
sistemi yaratan, bütün kainatın sahibi ve hakimi olan Allah'tır. Rabbimiz
ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
De ki: İnsanların Rabbine
sığınırım. İnsanların malikine, İnsanların (gerçek) İlahına. (Nas Suresi, 1-3)
39.
KONU
ASİDE
KARŞI FORMÜL ÜRETEN MOLEKÜLLER
Mideden
bağırsaklara gelen sindirilmiş besinlerin içinde güçlü asitler bulunur. Bu
durum onikiparmak bağırsağı için ciddi bir tehlike oluşturur. Çünkü onikiparmak
bağırsağının mide gibi kendisini koruyabilecek özel bir tabakası yoktur.
O halde nasıl olup da onikiparmak bağırsağı asitlerden
zarar görmemektedir? Bu sorunun cevabını bulmak için sindirim sırasında gerçekleşen
olayları incelediğimizde, bedenimizde gerçekleşen mucizevi olaylarla
karşılaşırız.
Onikiparmak bağırsağına mideden besinlerle birlikte gelen
asitlerin oranı tehlikeli bir boyuta ulaştığında, bağırsağın duvarındaki
hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanmaya başlar.
Onikiparmak bağırsağını koruyan bu sekretin hormonu ince bağırsağın duvarındaki
hücrelerde "prosekretin" halinde bulunur. Bu hormon sindirilmiş
besinlerin asidik etkisiyle başka bir kimyasal madde olan sekretin haline
dönüşür. (şekil 141, 142)
Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve enzim
salgılaması için pankreası yardıma çağırır. Onikiparmak bağırsağının tehlikede
olduğunu sekretin hormonu aracılığı ile öğrenen pankreas,
"bikarbonat" moleküllerini bu bölgeye gönderir. Bu moleküller mide
asidini etkisiz hale getirir ve onikiparmak bağırsağını korurlar.
İnsan hayatı için önemli olan bu işlemler nasıl
gerçekleşmektedir? Bağırsak hücrelerinin ihtiyaçları olan maddenin pankreasta
bulunduğunu bilmeleri, pankreası harekete geçirecek maddenin formülünü
bilmeleri, aynı şekilde pankreasın da bağırsaktan gelen mesajı anlayarak
bikarbonat moleküllerini salgılamaya başlaması Rabbimiz'in yarattığı benzersiz
ve mucizevi işlemlerdir.
Burada bağırsak hücreleri için kullanılan "bilmek,
haberdar olmak" gibi fiiller insan bedeninde gerçekleşen olayları daha iyi
vurgulamak için kullanılmaktadır. Yoksa akıl sahibi her insanın da takdir
edeceği gibi bir hücrenin düşünmesi, iradeye sahip olması ve kararlar vermesi,
başka bir organın özelliklerinden haberdar olması, formüller üre tebilmesi
kesinlikle mümkün değildir.
Hücreleri bu özelliklerle birlikte yaratan sonsuz ilim
sahibi Yüce Allah'tır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan için kainatın her
detayında Yüce Rabbimiz'in sonsuz aklının ve üstün ilminin delilleri
bulunmaktadır.
40.
KONU
YUMURTA
HÜCRELERİNİN SERGİLEDİĞİ ŞUUR
Rahim
duvarIna yerleşme hazIrlIğI yapan hücreler genetik olarak anneden farklI
oldukları halde bunlarIn nasıl olup da vücuda nakledilen bir organ veya doku
gibi reddedilmediği uzun zamandIr çözülemeyen bir sIrdIr. Bunun cevabInI
"Yaşamın Başlangıcı" adlı kitabın yazarı R. Flanagan şöyle
vermektedir:
Hücre kümesinin "evrensel bir şifre" olarak
nitelendirilebilecek özel sinyaller yaydIğInI söyleyebiliriz. Bu şifre tüm insanlar
için aynIdIr ve aynI şekilde annenin hücreleri de bir zamanlar henüz küme
halindeyken kendilerini bu şifreyle ifade etmişlerdir. Bu nedenle annenin
hücreleri yeni gelenlere karşI bir savunma oluşturmaz, çünkü onlar biyolojik
olarak bedene yerleşen bu hücre kümesini bir düşman değil evrensel bir dost
olarak görürler.29
Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekmekte yarar
vardIr. Flanagan'In ifade ettiği şekilde bir hücre topluluğunun "evrensel
bir mesaj" yollamasI ve başka hücre topluluklarInIn bu mesajI anlayarak,
karşIlarInda bir düşman değil dost olduğunu "anlamasI" çok büyük bir
mucizedir. UnutulmamalIdIr ki, burada söz konusu olanlar şuurlu insan
topluluklarI değil, eli, gözü, kulağI, beyni olmayan, şuursuz atomlarIn,
moleküllerin, proteinlerin birleşiminden oluşmuş, gözle görülemeyecek kadar
küçük hücrelerden oluşan topluluklardIr. Kuşkusuz hücrelerden böyle bir şuur
gösterisi beklemek, son derece büyük bir mantIk bozukluğu olacaktIr.
Bu noktada karşImIza çIkan gerçek açIktIr: Embriyonun
anne rahmine rahatlIkla yerleşip, en güvenli olacak şekilde varlIğInI
sürdürebilmesi, embriyoyu da, anneyi de, anne bedenindeki savunma sistemini de
yaratan Allah'In rahmeti ile gerçekleşir.
KIyamet saatinin bilgisi,
şüphesiz Allah'In KatIndadIr. Yağmuru yağdIrIr; rahimlerde olanI bilir. Hiç
kimse, yarIn ne kazanacağInI bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini
bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardIr. (Lokman Suresi, 34)
SONUÇ
Siz bu kitabı okuduğunuz süre boyunca ve şu anda da,
bedeninizdeki moleküller aralıksız faaliyetlerine devam ettiler. Bazıları
kalsiyum miktarınızı ölçüp, eksik kalsiyumu farklı yollardan tamamladı,
bazıları protein üretimi için gereken amino asitleri toplamaya başladı,
bazıları DNA'nızı kopyalamak için DNA sarmalını iki ayrı parçaya ayırdı,
bazıları vücudunuza giren bakteri ve virüslere karşı savaşarak sizi
hastalıklara karşı korudu, bazıları vücut ısınızı normal seviyede tutmak için
çalıştı, bazıları ise vücudunuzdaki artık maddeleri yok etti... Ve daha
saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok işlem aynı anda gerçekleşti.
Siz ise bunları kontrol etmek, başlatmak veya
sonlandırmak için hiçbir şey yapmadınız. Sadece koltuğunuzda oturup bir kitap
okudunuz.
Bu kitap boyunca anlatılanlar, Allah'ın sonsuz gücünü,
ilmini ve aklını tanıtmalarının yanında, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkat
sahibi, Rahman ve Rahim olduğunun da delillerinden sadece birkaç tanesidir.
Allah, insanı ve tüm diğer canlıları kusursuzca işleyen sistemlerle
yaratmıştır. İnsan vücudunda hiçbir şey eksik veya kusurlu bırakılmamıştır.
Kuran'da da bildirdiği gibi Allah "herşeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiş"tir. (Furkan
Suresi, 2)
Kitapta verilen her örnekte görüldüğü gibi, gözle
görülemeyecek kadar küçük moleküller, birçok özelliğe, yeteneğe ve sorumluluğa
sahiptir. Bu moleküllerin bunları yerine getirebilmeleri için tüm bu
özelliklerle birlikte yaratılmış olmaları gerekir. Verilen örneklerdeki
sistemler ise, hiç şüphesiz Yüce Allah'ın varlığının, sonsuz ilminin ve yaratma
sanatının tecellileridendir . En güzel isimlerin sahibi olan Yüce Allah,
Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
… Rabbim, ilim
bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Enam
Suresi, 80)
EK BÖLÜM
DARWİNİZM’İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm,
yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış,
ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir.
Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori,
evrende ve canlılarda çok açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat
edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış
olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini
ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin
çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen
yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak
bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en
büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek
sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar,
Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok
bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji,
biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı,
Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık yaratılış
gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim
teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün
bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu,
taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i
Yıkan Zorluklar
Evrim
teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı
olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en
önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki
farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu.
Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in
teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği
gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin,
teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni
bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in
bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1)
Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla
açıklayamamaktadır.
2)
Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte
evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3)
Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya
koymaktadır.
Bu
bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan
İlk Basamak:
Hayatın
Kökeni
Evrim
teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel
dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek
bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve
eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim
teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için,
o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları
içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre,
cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır.
Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat
Hayattan Gelir"
Darwin,
kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki
ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını
varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı
teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin
kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu.
Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden
oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan
çıkıyorlardı.
Darwin'in
Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı
dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim
dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa
Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis
Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı
uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin
olarak tarihe gömülmüştür. 30
Evrim
teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler.
Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça,
hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale
geldi.
20.
Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20.
yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog
Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım
tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye
çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı
yapmak zorunda kalacaktı:
Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en
karanlık noktayı oluşturmaktadır.31
Oparin'in
yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler
yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O
yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli
olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı
olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.32
Uzun
süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının
gerçekçi olmadığını itiraf etti.33
Hayatın
kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar
hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla
girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız:
Hayat yeryüzünde nasıl başladı?34
Hayatın
Kompleks Yapısı
Evrim
teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin
başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede
karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre
üretilememektedir.
Bir
hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin
rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein
için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den
küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır. Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye
kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı
hesaplanmaktadır.
Bu
noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş
proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de
ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı
olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var
olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza
sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie
Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği
şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik
asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak
oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini
elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla
ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.35
Kuşkusuz
eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın
doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek,
en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz
kılmaktadır.
Evrimin
Hayali Mekanizmaları
Darwin'in
teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim
mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir
evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya
attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına
bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça
anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal
seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal
şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır.
Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha
hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve
güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri
evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla
doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin
de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek
zorunda kalmıştı.36
Lamarck'ın
Etkisi
Peki
bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi
döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak
cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a
göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki
nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin
de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek
bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia
etmişti.37
Ama
Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen
kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması
efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına"
ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm
ve Mutasyonlar
Darwinistler
ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern
Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya
attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik
sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış
etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün
de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir.
Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz,
akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara",
yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia
etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler,
aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun
nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde
oluşan herhangi rasgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak
meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik,
mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten
yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir
değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek
rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar
verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri
geliştirmez, ona yıkım getirir.38
Nitekim
bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği
gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim
teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar,
gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır.
(İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip
edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise,
Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu
gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını
göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil
Kayıtları:
Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim
teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise
fosil kayıtlarıdır.
Evrim
teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan
bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya
çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman
dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu
durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara
türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin
geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen
özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır.
Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri
kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde
oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler
geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer
gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve
çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu
şöyle açıklamıştır:
Eğer
teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir.39
Darwin'in
Yıkılan Umutları
Ancak
19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil
araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan
kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin
beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz
bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü
İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın
bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde,
türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle
karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar
görürüz.40
Yani
fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan
eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin
tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü
bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası
olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün
yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci Biyolog Douglas Futuyma
tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında
yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen
mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır.
Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan
bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer
eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi
bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.41
Fosiller
ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın
Evrimi Masalı
Evrim
teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni
konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu
birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı
varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara
form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu
senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2-
Homo habilis
3-
Homo erectus
4-
Homo sapiens
Evrimciler,
insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına
gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve
Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin
Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar,
bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve
insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.42
Evrimciler
insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli
savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul
eder.43
Evrimciler
"Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir.44
Dahası
Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan)
ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.45
Bu
ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının
geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın,
Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid
(insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki,
bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle
karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.46
Kısacası,
medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun,
yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta
tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan
bir masaldan ibarettir.
Bu
konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15
yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord
Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan
insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman
bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul
ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar
bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en
"bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan
kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak
varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin
yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin
mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin
çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.47
İşte
insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların
buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin
Formülü!
Şimdiye
kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin
nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği
kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim
teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu
iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi
oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve
insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler,
çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot,
karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar.
Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine,
istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile
rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara
istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş
cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim
adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak
nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında
beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine
inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o
varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri,
tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca
canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu
canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası,
bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye
bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra
kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla
hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı
bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile
düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz
ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim
teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve
kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle
ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap
verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu
ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve
beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu
elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin
ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere
kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı,
belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri
karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik
bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her
türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz
kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize
bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde
gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon
şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır
binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev
tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar
geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde
tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun
yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine
ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler
ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir
üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte
evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen
oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon
tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan
aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip
yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün
gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen
oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok
açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri
kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri
elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki
durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses
geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen
sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen
beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm
gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses
düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir. Net
bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de
aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik
setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce
mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese
ulaşılamamıştır.
En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm
bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin
İçinde Gören ve Duyan Şuur
Kime
Aittir?
Beynin
içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların
cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın
gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak
beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün
beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki
en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik
sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde
göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette
bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait
değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden
Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu
şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi
duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne
ihtiyaç duymaz.
Bu
açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Materyalist
Bir İnanç
Buraya
kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir
iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası
bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici
etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu
durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla
vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist
felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek
yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler. Bazen bunu açıkça
itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda
önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra
bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul
edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama
getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine,
materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir
açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm
mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin
veremeyiz.48
Bu
sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma
olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını
varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır.
Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların,
kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların
maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle,
cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem
bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendi deyimleriyle "İlahi bir
açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların
kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği
göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir
Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz
biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim
Teorisi Dünya Tarihinin
En
Etkili Büyüsüdür
Burada
şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında
kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten
uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir
iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda
da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok
atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz.
Musa'nın kavminin altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve
akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği
bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve
gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir.
Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz,
inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar.
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde
perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…Kalpleri
vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları
vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar.
İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah
başka ayetlerde de, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar
büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu
kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların
gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması
ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir
veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu
iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki
insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip;
olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir
sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan
Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim,
Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla
bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz.
Musa'ya, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir
yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere
önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet
şöyledir:
(Musa:) "Siz
atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler,
onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf
Suresi, 116)
Görüldüğü
gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa ve
ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların
attıklarına karşılık Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü,
ayetteki ifadeyle "uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya:
"Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de
baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak
yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş
oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde
de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim
teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en
büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin
inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.49
Bu
gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar
"tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi
dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen
birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize
öğrettiğinden
başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen,
hüküm
ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)
Notlar
1-
Terzioğlu Meliha, Oruç Tülin, Yiğit Günnur, Fizyoloji
Ders Kitabı, İstanbul, İ. Ü. Basımevi ve Film Merkezi, 1997, s. 399
2-
Musa Özet, Osman Arpacı, Biyoloji 2,
Sürat Yayınları, Şubat 98, s. 127
3-
Helena Curtis, Sue Barnes, Invıtation To
Biology: Dördüncü Baskı, New York, Worth Publisher, INC, Ağustos 1985, s.
472
4- Biological Science A Moleculer Approach, BSCS
Blue Version-6. Bask, Colorado1990, s. 517
5-
Eldra Pearl Solomon, İnsan Anatomisine ve
Fizyolojisine Giriş, Çeviri: Doç. Dr. L. Bilkem Süzen, İstanbul, Birol
Basın Yayın Dağıtım, Ağustos 1997, s. 140
6-
Musa Özet, Osman Arpacı, Biyoloji 2,
Sürat Yayınları, Şubat 98, s. 133
7-
Kemalettin Büyüköztürk, İç Hastalıkları,
İstanbul, Nobel Tıp Kitapevi, 1992, s. 275
8-
Terzioğlu Meliha, Oruç Tülin, Yiğit Günnur, Fizyoloji
Ders Kitabı, 1997, s. 398
9- The Illustrated Encyclopedia of The Human
Body, Marshall Cavendish Books, London, 1974, s. 81
10-
Guyton & Hall,Textbbok of Medical
Physiology, 7. Baskı, W.B. Saunders, s. 1264-1275
11- Biological Science, A Moleculer Approach BSCS Blue Version-6. Baskı, Colorado 1990, s.
521
12- Biological Science A Moleculer Approach,
s. 521
13-
Oğuz Kayaalp, Rasyonel Tedavi Yönünden
Tıbbi Farmakoloji, s. 2750
14-
Kemalettin Büyüköztürk, İç Hastalıkları,
s. 392
15-
J.D. Scott, T. Pawson, Cell
Communication, Scientific American,
Haziran 2000, s.54-61.
16-
Günter Blobel, Intracellular Protein
Traffic, 2000,
http://www.hhmi.org/research/investigators/blobel.html.
17-
Günter Blobel, Intracellular Protein
Traffic, 2000,
http://www.hhmi.org/research/investigators/blobel.html
18-
The Nobel Foundation, Press Release: The
1999 Nobel Prize in Physiology or Medicine, 1999, http:// www.nobel.se/medicine/laureates/1999/press.html
19- E.
Kandel, J.H. Schwartz, T.M. Jessell, Principles
of Neural Science, McGraw Hill Publishing, 2000, s.277.
20-
Eric H. Chudler, Making Connections-The
Synapse, 2001,
http://faculty.washington.edu/chudler/synapse.html.
21- E.
Kandel, J.H. Schwartz, T.M. Jessell, Principles
of Neural Scienc, McGraw Hill Publishing, 2000, s.176.
22-
Axel Brunger, Neurotransmission Machinery
Visualized for the First Time, 1998, http://www.hhmi.org/ news/brunger.html
23- "Cells Energy Use High for Protein
Synthesis" in Chemical & Engineering News, Ağustos, 20, 1979, s. 6
24-
Albert Lehninger L., Late University Professor of Medical Sciences, The Johns
Hopkıns University David L. Nelson, Professor of Bıocemistry Unıverstiy of
Wısconsın Madıson, Mıchael M. Cox Professor of Bochemıstry Universty of
Wısconsın Madıoson, Principles of Biochemistry, Second Edıtıon, Worth Publshers
New York, s. 905
25-
Mahlon B.Hoagland, Hayatın Kökleri,
Tübitak Popüler Bilim Kitapları 12. Basım, Mayıs 1998, s.31
26-
Michael Behe, Darwin's Black Box, New
York: Free Press, 1996, s. 79-97.
27-
Solomon, Berg, Martin, Villee, Biology,
Saunders College Publishing, ABD, 1993, s.977
28-
Solomon, Berg, Martin, Villee, Biology,
s.967
29-
Geraldine Lux Flanagan, Beginning Life,
A Dorling Kindersley Book, Londra, 1996, s. 34
30- Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life,
New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
31- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover
Publications, 1953 (Reprint), s.196
32- "New Evidence on Evolution
of Early Atmosphere and Life", Bulletin
of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
33- Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status
of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7
34- Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
35- Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific
American, c. 271, Ekim 1994, s. 78
36- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the
First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
37- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the
First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
38-B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of
Truth Trust, 1988.
39- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the
First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
40- Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record",
Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133
41- Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon
Books, 1983. s. 197
42- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York:
Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for
Doubt", Nature, c. 258, s. 389
43- J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific
American, Aralık 1992
44- Alan Walker, Science, c. 207,
1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical
Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D.
Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s.
272
45- Time, Kasım 1996
46- S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30
47- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York:
Toplinger Publications, 1970, s. 19
48- Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The
New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28
49- Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids:
Eerdmans, 1980, s.43
RESİM ALTI
11
Hipotalamus
Hücresi
Şekil
1
Hipotalamus
hücreleri kandaki sıvı miktarını ölçmekle görevlidirler.
Hipotalamus
Hücresi
Şekil
2
Hipotalamus hücreleri, kandaki sıvı miktarı normal
seviyenin altına düştüğünde, alarm durumuna geçerek gerekli önlemleri de alır.
12
Hipotalamus
Hücresi
Şekil
3
Alarm
durumuna geçen hipotalamus hücresi, derhal beynin arka kısmında bulunan hipofiz
bezine bir mesaj gönderir.
Vazopressin hormonunun moleküler yapısı
13
Şekil
4
Hipotalamus hücresinin gönderdiği mesajı alan hipofiz
bezi, kendisinde depolanmış olan vazopressin adlı hormonu kan dolaşımına daha
fazla miktarda bırakır.
14
Şekil
5
Vazopressin
hormonu üretildikten sonra, bir başka proteinin içine paketlenir.
Hormon
Üreten Hücre
Şekil
6
Paketlenen vazopressin hormonları hipofiz bezine transfer
edilir ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere burada depolanır.
15
Şekil
7
Hipofiz bezine, kandaki su seviyesinin düştüğü haberi
ulaşır ulaşmaz, hipofiz bezindeki depodan kan dolaşımına bırakılan vazopressin
hormonları böbreklere ulaştırılır.
16
Böbrek
Şekil
8
Mesaj geldikten sonra hipofiz bezindeki depodan kan
dolaşımına bırakılan vazopressin hormonları, derhal böbreğe ulaşırlar. Sağ
yanda böbrek kesiti görülmektedir.
17
Şekil
9
Böbreğe ulaşan vazopressin hormonları, böbrekteki
milyonlarca mikro kanalcığın etrafında bulunan alıcılara kilitlenir. Bu
alıcılar, vazopressin için özel olarak yaratılmışlardır öyle ki anahtarın
kilide uyması gibi birbirlerine uygundurlar.
18
Şekil
10
Kandaki su yoğunluğu yükseldiğinde, hipotalamusta bulunan
algılayıcılar vazopressin hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatır.
Algılayıcı
21
Olumlı Mesaj
Kalpteki
Alıcı
Şekil
11
Kalpteki
alıcılar, sinirler aracılığıyla hipofiz bezine bağlıdırlar. Normal kan basıncı
altında bu alıcılar sürekli uyarılmakta ve hipofiz bezine durmaksızın elektrik
akımı göndermektedirler.
Şekil
12
Kan
basıncı düştüğünde kalpteki alıcılar hipofiz bezine sinyal göndermeyi keserler.
Bu da hipofizin alarm durumuna geçmesine ve vazopressin salgılamasına neden
olur.
Dur
22
Hipofiz
bezi
ön
hipofiz bezi
orta kısım
24
SÜT
ANNE SÜTÜ
Şekil 13
Anne sütünün üretiminde hormonlar adeta bir fabrikanın
akıl, bilgi ve şuur sahibi teknisyen ve işçileri gibi çalışırlar. Her detay,
Allah'ın sonsuz ilminin ve aklının bir tecellisidir.
25
Şekil
14,15
PIH hormonu prolaktin üretimini gerektiğinde yavaşlatır,
gerektiğinde ise hızlandırır. Bu sayede hamileliğin ilk aylarında süt üretimi
engellenmiş olur. Bu, elbette ki hormonların akledebilecekleri bir sistem
değildir. Allah, her detayı kusursuzca yaratandır.
26
SÜT
Şekil
16
Bebeğin doğumuyla birlikte östrojen salgısı azalır.
Östrojenin azalması PIH'ın azalmasını sağlar. Bu işlem ayağın frenden yavaş
yavaş kalkmasına ve arabanın yokuş aşağı hareket etmesine benzer. Böylece
prolaktin üretimi yavaş yavaş artar. Prolaktin hormonu da süt bezlerini anne
sütü üretmeleri için harekete geçirir.
28
KALSİYUM 2 KG
Şekil 17
Yetişkin bir insan vücudunda yaklaşık 2 kg kadar kalsiyum
bulunur.
29
EKSİK KALSİYUM
Şekil 18
Paratiroid bezinin görevi, gece-gündüz kanınızda ne kadar
kalsiyum bulunduğunu ölçmek ve kalsiyum oranını en ideal ölçülerde tutmaktır.
Kandaki kalsiyum miktarıının eksildiğini tespit ettiğindeyse, hemen bunun
önlemini almaktadır.
30
PARATİROİD
Şekil 19
Paratiroid bezi kandaki kalsiyum miktarı düşünce hemen
parathormonu salgılayarak duruma müdahele eder.
Şekil 20
Parathormon, üç ayrı yöntem kullanarak kandaki kalsiyum
miktarını artırır.
31
Kandaki milyonlarca molekülün içinden kalsiyumu tespit
edip, sonuca göre önlem alabilen paratiroid bezleri.
tiroid bezi
paratiroid bezi
32
Şekil 20
Parathormon ihtiyaç durumunda kemiklerde depolanan
kalsiyumu ödünç alır.
Normal şartlarda kalsiyumu bırakmak istemeyen kemikler
parathormon ile karşılaştıklarında bir miktar kalsiyumu serbest bırakır.
33
Şekil
21
İçinde kimyasal maddeler bulunan bir nehirden aradığınız
kimyasalı bulmak için bir uzman olmanız, gerekli teknoloji ve bilgiye sahip
olmanız gerekir. Oysa hormonlar hiçbir donanıma sahip olmadan bunu tek
başlarına büyük bir başarıyla yerine getirirler.
34
PARATHORMON
Şekil 22
Parathormon, ihtiyaç durumunda, aktifleşmemiş olan D
vitaminin kimyasal yapısını değiştirerek, aktif hale getirir. Bir nevi uykudaki
D vitaminlerini uyandırır.
36
Şekil
23
Pankreas
hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan milyonlarca molekül arasından şeker
moleküllerini ayırt edebilirler.
Pankreas
Hücresi
Şeker
Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı, yoksa az mı
olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayarlar.
37
insulin
Şekil
24
Pankreas
hücreleri, ilgili hücrelere "Şeker depolamaya başlayın" emrini
taşıyan bir hormon yollarlar.
Bu
hormonun adı "insülin"dir.
Şekil
25
İnsülin hormonu, pankreas hücrelerindeki özel enzimler
tarafından üretilerek, kan yoluyla karaciğer ve diğer ilgili organlara
ulaştırılır.
38
Pankreas
Depo
Hücreleri
Depo
Hücreleri
Şeker
Şekil 26, 27
Pankreastaki depo hücreleri, kandaki milyonlarca farklı
molekül arasından şeker moleküllerini ayırt eder, ihtiyaç kadar olanı alarak
depolar.
39
Kana Şeker
karıştırın
Glukagon
Şekil 28
Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu kez
"kana şeker karıştırın" emrini taşır. Bu emre itaat eden hücreler,
depoladıkları şekeri kana geri bırakırlar.
41
adrenalin
Şekil 29
Korku veya heyecan anında beyin, böbrek üstü bezlerine
yıldırım gibi bir emir gönderir.
Şekil 30
Böbrek üstü bezinin iç bölgesinde bulunan hücreler derhal
alarm durumuna geçer.
Şekil 31
Ve acil olarak adrenalin hormonu salgılar.
42
böbrek üstü bezi
böbrek
Şekil 32
Adrenalin hormonu, beyin, kalp ve kaslar gibi hayati
organlara giden damarları genişleterek, bu organlara kan akışının artmasını
sağlar.
Damar Duvarı
adrenalin
adrenalin
kan
43
Şekil 33
Adrenalin hormonu karaciğere ve deriye giden damarları
daraltarak, kanın o an ihtiyaç duyulan organlara gitmesini sağlar.
adrenalin
damar duvarı
44
Şekil 34
Adrenalin hormonu sayesinde, ihtiyaç anında insan bedeni
güç ve direnç kazanır.
Şekil 35
45
Karaciğer hücresi
şeker
Şekil 36
Karaciğere ulaşan adrenalin molekülleri, burada bulunan
hücrelere, kana daha çok şeker karıştırmalarını emreder. Böylece kandaki şeker
miktarı artar.
47
Şekil 37
Hücre içinde bulunan lizozomlar.
Lizozomlar, hücrenin çöp öğütme makinesi görevini
görerek, işe yaramayan unsurları parçalarlar.
Lizozom
Lizozom
48
Anne Rahmi
Lizozom
Şekil 38
Lizozom enzimi, bebeğin doğumundan sonraki 10 gün
içerisinde rahmi 1/40 oranında küçültür. Böylece rahim normal boyutlarına
dönmeye başlar.
49
Şekil 39
Parçalayıcı etkiye sahip lizozom enzimleri, yumurtayı
koruyan kılıfı delerek spermin yumurtayı döllemesini sağlarlar.
Yumurta
lizozom
50
Şekil
40
Kan basıncı düştüğü anda (ya da kanda bulunan sodyum
miktarı azaldığında), böbreklerde bulunan "jukstaglomerular" (JGA)
isimli hücreler alarm durumuna geçer ve "renin" isimli çok özel bir
madde salgılar.
52
Şekil
41
"anjiotensinojen"
ve "renin" tıpkı bir logonun parçaları gibi, iç içe geçebilecekleri
şekilde, birbirlerine uygun olarak yaratılmışlardır.
anjiotensinojen
Renin
Anjiotensin
Şekil
42
Renin, anjiotensinojen molekülünün yapısını değiştirir ve
yeni bir molekül "anjiotensin I" ortaya çıkar.
53
Şekil
43
ACE enzimi "anjiotensin-I"i daha farklı bir
molekül olan "anjiotensin-II" molekülüne dönüştürür.
ACE
Anjiotensin
Anjiotensin
II
54
Böbrek
üstü hücreleri
Aldosteron
Şekil
44
Anjiotensin-II maddesi böbrek üstü hücrelerine ulaşır ve
bu hücrelere "aldosteron" salgılamaları emrini verir. Aldosteron ise
böbrekleri etkileyerek, böbreklerin idrardaki suyu geri emmelerini ve kana
karıştırmalarını sağlar. Bu ise kan basıncının artmasıyla sonuçlanır. Bu son
derece kusursuzca işleyen muhteşem bir plandır ve Allah'ın sonsuz ilminin bir
tecellisidir.
55
Anjiotensin
II
Beyin
Musluk
Şekil
45
Anjiotensin-II beyindeki susama bölgesini uyarır ve bu
sayede insanda susama isteği meydana gelir.
57
Şekil
46
İnsan
hiç farkında dahi değilken, böbrek, karaciğer ve akciğer hücreleri adeta bir
toplantı düzenler ve hücreler arasında görev dağılımı yaparlar.
Karaciğer
hücresi
Akciğer
Hücresi
Böbrek
Hücresi
Şekil
47
Bu toplantı sonrasında tüm hücrelerin görevleri
belirlenmiştir ve her biri ne yapacağını çok iyi bilmektedir. Allah'ın, gözle
görülemeyecek kadar küçük olan bu varlıklara ilhamıyla, insanın kan basıncı
dahi kusursuzca kontrol altında tutulmaktadır.
Karaciğer
hücresi
Akciğer
Hücresi
Böbrek
Hücresi
59
Şekil
48,49
Yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık
olarak 16'da biri kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin
kalbindekilerle aynıdır.
60
Milyon Hücre,
60
Milyon Hücre,
60
Şekil
50
Büyüme
hormonu sinir hücrelerine hacimsel olarak büyümelerini emreder. Böylece büyüme
çağının sonunda, sinir hücreleri son halini almış olur.
Sinir
hücreleri
Sinir
hücreleri
Şekil
51
Kas ve kemik hücreleri gibi bazı vücut hücreleri gelişme
dönemi boyunca bölünerek çoğalırlar.
Kas
Hücreleri
Kemik
Hücreleri
62
hipotalamus
Yaşamımız için hayati önem taşıyan hormonların
salgılanmasına karar veren hipotalamus, bedenimizde oldukça küçük bir yer
kaplar.
63
Şekil
52
Hipotalamus tıpkı bir orkestra şefi gibi, vücudun
hormonal dengesini idare eder.
Hormon
Hipotalamus
hormon
64
Şekil
53,54
Hipotalamus, herhangi bir insanın yapamayacağı önemli bir
görevi yerine getirir. Kılcal damarın içindeki büyüme hormonlarını ayırt eder
ve bunları sayar. Bu konuda eğitimi olmayan bir insanın böyle bir görevi yerine
getirmesi kesinlikle imkansızdır.
Büyüme
hormonu
Kılcal
damar
Büyüme
hormonu
67
Beynin
hipotalamus bölgesine yerleştirilmiş olan görünmez saat sayesinde hipotalamus
bir insanın ergenlik çağına geldiğini anlar.
68
Şekil
55
FSH ve LH hormonları, en uygun ve doğru zamanda, erkek ve
kadın bedeninin farklılaşma ve fiziksel olgunlaşma sürecini başlatır.
70
Şekil
56
Tiroksin hormonu vücudumuzda adeta termostat görevi
görerek, ısı dengesini ayarlar.
71
Şekil
57
Tiroksin moleküllerinin, hücrenin ne kadar ısı yayması
gerektiğini ve bu ısının nasıl artırılacağını bilmeleri, Allah'ın yaratışının
bir mucizesidir.
Tiroksin
Hipofiz bezi
Tiroid bezi
Şekil 58
Hipofiz bezi, tiroid bezine bir emir gönderir ve bunun
sonucunda tiroid bezi hemen tiroksin hormonu üretir. Ardından bu hormonu kan
yoluyla bütün vücuda dağıtır.
72
Şekil 59
Kanda bulunan tiroksin miktarı normalin üzerine çıkınca,
tiroksin hormonu hipofiz bezinin önüne adeta bir bariyer çeker.
Tiroksin Hormonu
Hipofiz bezi
bariyer
73
Şekil 60
Kanda bulunan tiroksin normalin üzerine çıkanca üretim
işlemi otomatik olarak durdurulur.
75
Şekil 61, 62
Serbest tiroksin molekülleri hücrelerin içine girdikçe,
taşıyıcılarından ayrılan yeni tiroksin molekülleri onların yerine geçer.
Böylece taşıyıcılarına bağlı olan tiroksin molekülleri bir depo olarak
kullanılır ve gerekli tiroksin hep hazır halde tutulmuş olur.
hücre
tiroksin
76
tirotropin
serbestleştirici
hormon
hipotalamus
hipofiz
bezi
tiroid
serbestleştirici hormon
tiroid hormonu
azaltılmış TRH salgısı
azaltılmış TSH salgısı
negatif geri tepki
fazla tiroid hormonu
artırılmış TRH hormonu
artırılmış TSH hormonu
zayıflatılmış geri tepki
az
tiroid hormonu
Tiroksin
hormonuna ihtiyaç duyulduğunda hipotalamus, hipofiz bezine bir emir gönderir.
Emri alan hipofiz bezi, tiroid bezinin harekete geçmesi gerektiğini anlar. O da
hemen tiroid bezine bir emir gönderir ve tiroksin hormonu üreterek kan yoluyla
bütün vücuda dağıtır.
78
vücut
haritası
Şekil
63
LH
hormonu yolunu kaybetmeden, sanki elinde bir harita varmış gibi, nereye
gideceğini çok iyi bilerek, başka hiçbir organa sapmadan doğrudan
yumurtalıklara ulaşır.
Olgunlaşmamış
yumurtlar
Olgunlamış
yumurtalar
Şekil
64
Yumurtalığın içinde binlerce olgunlaşmamış yumurta
hücresi bulunur. LH hormonunun etkisiyle bu çekirdek hücrelerden bir bölümü
olgunlaşmaya başlar. LH hormonu bu hücreleri harekete geçirecek özel bir
formüle sahiptir.
79
Şekil
65
Olgunlaşmaya başlayan hücrelerden yalnızca biri tam olarak
olgunlaşır ve yumurtalıktan dışarı çıkar.
Tam
olgunlaşmış yumurta
81
Şekil
66
Östrojen etkisi ile döl yatağı kasları da gelişmeye
başlar ve kas gücü artar. Bu da olası bir döllenme halinde yumurtanın
yerleşeceği yatağı korumak için alınmış bir önlemdir.
Östrojen
Döl
yatağı kasları
östrojen
82
Şekil
66
Östrojen hormonu sayesinde, kadın bedenine özgü
özellikler oluşur.
Östrojen
hormonu
83
Şekil
67
Östrojen molekülleri anne rahmindeki epitel hücrelere
ulaştığında bu hücreler asit salgılamaya başlarlar. Bu asidik ortam, yararlı
mikropların çoğalması için uygun bir ortam sağlar ve aynı zamanda
enfeksiyonları önler.
Östrojen
hormonu
Epitel
hücre
Ana
rahmi
asit
85
Şekil
68
Doğumdan
sonraki yıllarda hipotalamus her 3-4 saatte bir LHRH isimli bir hormon salgılar.
Şekil
69
Ancak bu hormonun salgılanma miktarı oldukça azdır.
Yaklaşık on yıl sonra hipotalamus erkek bedeninin şekillenmesi için doğru
zamanın geldiğini adeta anlar ve LHRH hormonunu daha kısa aralıklarla
salgılamaya başlar.
87
Şekil
70, 71
Testosteron hormonu sayesinde erkeğin bedeni şekillenir.
Örneğin testosteron molekülleri kıl kökü hücrelerine etki eder, sakal ve bıyık
çıkmasına neden olur, alındaki saç çizgisini daha geri çeker, ses tellerine
etki eder, erkek bedenine dişi yumurtasını dölleyebilme özelliğini kazandırır.
Testosteron
testosteron
89
Şekil
72
Testosteron hormonu, 3 milyar harften oluşan, binlerce
ciltlik ansiklopediyi dolduracak kadar çok bilginin içinden, kendi aradığı
birkaç harfi hiç şaşırmadan bulabilmektedir. Bu Allah'ın yaratışındaki sayısız
mucizeden biridir.
Testoren
91
Şekil
73
Hemoglobin, bedenin ihtiyacı olan oksijeni kana bırakır.
Oksijen
(o2)
Hemoglobin
92
Şekil
74
Açığa çıkan hidrojen iyonu, hemoglobin tarafından
tutulur. Bu sayede karbondioksit toplardamarlarla kalbe getirilir.
Hemoglobin
Hidrojen
iyonu
93
Şekil
75
Kalbe gelen karbondioksit, buradan akciğere taşınır.
Akciğere
gider
Co2
(karbon dioksit)
94
Şekil 76
Akciğere gelen karbondioksit, çeşitli işlemlerden
geçerek, nefes yoluyla dışarı atılır. Üstte bir hemoglobinin üç boyutlu yapısı
görülmektedir.
96
Şekli 77
Hücrelerin zarları üzerinde kendilerine ulaşan mesajları
algılamalarını sağlayan "antenler" bulunmaktadır.
97
Şekil 78
Her anten yalnızca tek bir mesajı algılayacak şekilde
yaratılmıştır. Böylece gönderilen mesaj yanlışlıkla bir başka hücreyi harekete
geçirmez.
Alıcı merkezi
Hücre d
Şekil 79
Yalnızca doğru anahtarın kilidi açabilmesi gibi yalnızca
doğru hücre gönderilen mesajla muhatap olur, diğer hücreler için bu mesajlar
hiçbir şey ifade etmez.
98
Şekil 80
Hücreye gelen mesaj çok özel haberleşme sistemleri
tarafından hücrenin DNA'sına ulaştırılır ve hücrenin bu mesaj doğrultusunda
hareket etmesi sağlanır.
Gönderen: hücre
Alıcı =DNA
100
Şekil 81
Hücre içindeki iletişim, hormonlar gibi mesaj
taşıyan moleküllerin hücreye yanaşmalarıyla başlar. Hücre zarındaki alıcılar
mesajı alarak, hücre içindeki diğer haberleşmeden sorumlu moleküllere iletir.
Bu ise, DNA'daki bazı genlerin aktifleşmesine ve bunun sonucunda mesajda
iletilen proteinin üretilmesine yol açar.
mesaj
gönderen hücre
alıcı
hücre
mesajcı
moleküller
sinyal yolları
101
Şekil 82
Protein
üretimiyle ilgili mesajın hücreye ve oradan hücrenin DNA'sına ulaşması
sırasında, birçok protein ve molekül teknik destek sağlar. Bilinci, aklı, şuuru
olmayan moleküllerin, böylesine kusursuz bir uyum ve iş birliği içinde
harikalar meydana getirmeleri, Allah'ın eşsiz yaratışının ve sonsuz ilminin
açık tecellileridir. Allah çok Yücedir, üstün ve güçlü olandır.
salgılanan
protein
çekirdekte
DNA
aktifleşen gen
PROTEİN
103
Şekil 83, 84
Haberleşme santrali gibi çalışan alıcılar, haber
aktaracakları haberleşme modüllerini hatasız olarak bulurlar.
Haberci Protein
Hberleşme modülü
105
Şekil
85
SH2 modülü iki ana bölümden meydana gelir. İkinci bölümü,
şifre çözücü bir cihaz gibi çalışır. Bu şifre çözücü, hücreye getirilen mesajın
şifresini çözmekle görevlidir.
Mesaj
SH2
107
Şekil
86
Hücreye giriş ve çıkışlar yoğun bir trafik oluşturur.
Hücre zarı, bu giriş ve çıkışları denetlemekten sorumludur. Hücre için gerekli
ve kullanışlı maddeleri içeri alırken, diğerlerinin girişine izin vermez.
Proteinler ise, hücre trafiğinin başlıca unsurlarıdırlar.
Hücre
Zarı
Protein
Kutusu
108
Şekil
87, 88
Sentezlenen yeni proteinler, hücre içinde nereye ve nasıl
gideceklerine dair talimatları aldıktan sonra, programlandıkları yere giderler.
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir dünyada mükemmel bir düzen işlemektedir.
Sentezlenen
yeni proteinler
Sentezlenen
yeni proteinler
111
Şekil
89
Her nöron farklı ve kendine özgü kimyasal haberciler
üretmektedir. Diğer bir deyişle her nöron, iletişimde kullanacağı habercileri
üreten bir kimya tesisi gibi çalışır.
Kimyasal
Haberci I
Nöron
112
Şekil
90
Her
haberci molekül, farklı bir reseptörle bağlantı kurar. Kimyasal haberci
moleküllerin taşıdığı mesaj, böylece alıcı nöron tarafından algılanmış olur.
Nöron
Kimyasal
Haberci
Nöron
114
Şekil
91
Endotel
Endotel hücresi, NO (nitrik oksit) moleküllerini üretir.
115
Şekil
92
NO molekülleri GC isimli özel bir enzime insan için
hayati önemi olan mesajı iletirler.
116
Şekil
93
GC enzimi, enerji taşıyan moleküller olan GTP'yi cGMP'ye
dönüştürür.
118
Şekil
94
Endotel hücresi adeta bir fabrika gibi çalışır.
Mikroskobik maddeleri çok iyi tanır ve bunları nitrik oksit molekülünü üretmek
için kullanır.
120
Şekli
95
Hücrede
enerji üretiminin hemen her basamağında birçok farklı enzim çalışır. Bir
basamakta görevini tamamlayan enzimler son derece bilinçli bir hareketle, bir
sonraki basamakta yerlerini başkalarına devrederler. Bu enzim değişiklikleri
sırasında hiç karışıklık çıkmaz, sıralamada hiçbir şaşma olmaz.
Şekil
96
Milimetrenin 100'de biri kadar olan hücrelerimizin
içindeki "enerji santrali", bir petrol rafinerisinden ya da bir
hidroelektrik santralinden daha komplekstir.
121
Şekli
97
Enzimler tıpkı bir mühendis veya konusunun uzmanı bir
profesör gibi çalışarak, insan bedeninin ihtiyaç duyduğu enerjiyi üretirler.
ENZİM
123
Şekli
98, 99
Karaciğerdeki savunma hücreleri, insan bedeni için
zararlı olan bakterileri imha ederler.
SAVUNMA
HÜCRELERİ
ZARARLI
BAKTERİ
124
karaciğer toplardamarı
karaciğer
sinüs
karaciğer atardamarı
Kuppfer hücresi
hepatositler
Kuppfer
hücresi
Özel olarak
karaciğere yerleştirilmiş olan Kuppfer hücreleri, bağırsaklardan karaciğere
gelen bakterileri çok kısa bir sürede etkisiz hale getirirler. Tüm bu sistem
Allah'ın kusursuz yaratışının eseridir.
125
Şekil
100
Kuppfer hücreleri yerleşecekleri en uygun yer olan
karaciğere yerleşirler.
KUPPFER
HÜCRELERİ
KARACİĞER
127
Şekil
101
DNA'nın
kolları birbirlerinden ayrılırken tekrar dolanmalarını engellemek için heliks
stabilizasyon enzimleri (HSE) her iki kolu sabit tutarlar.
DNA
HSE
Yanda,
bir DNA'nın kollarının birbirinden ayrılmasını gösteren resim.
Şekil
102
DNA ikiye ayrıldıktan sonra, polimeraz enzimleri her iki
kolun eksik olan yarılarını, ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlarlar.
DNA
POLİMERAZ
DNA
128
Şekil
103
DNA'nın çoğaltılması sırasındaki işlemler büyük bir hızla
yapılır, bir yandan dakikada 3000 basamak nükleotid üretilirken bir yandan da
tüm basamaklar görevli enzimler tarafından kontrol edilir.
SÜRE
60SN
KALAN
0 SN
ADET
3000
NÜKLEOTİD
129
Şekil
104
Hücredeki ribozomlar tıpkı bir robot gibi DNA'dan gelen
emirler doğrultusunda DNA onarım enzimlerini üretmeye başlarlar.
RİBOZOM
131
DNA kendi kendini
onarabilme, eksiklerini tamamlayabilme yeteneğine sahiptir. Bu, Allah'ın üstün
yaratma gücünün ve sonsuz ilminin bir tecellisidir.
133
Şekil 105
Yeni bir protein üretilmesi gerektiğinde, kendileri de
birer protein olan mesaj taşıyıcılar, vücudun ilgili hücrelerine protein
talebiyle ilgili mesajı taşırlar.
TAŞINAN PROTEİNLER
MESAJ TAŞIYICI PROTEİN
134
DNA'nın kolları
birbirinden ayrılırken, kolların tekrar birbirine dolanmasına bir enzim engel
olur. Bu enzim resimde yeşil renkteki şekillerle ifade edilmiştir.
135
DNA
RNA
1,2,3,4,5,6,7
no'ları ile işaretlenmiş bölgeler, okunması istenmeyen bilgileri içerirler.
Enzimler bu bölgeleri belirleyerek, şekildeki gibi dışa doğru bükerler.
136
Şekil
106
RNA polimeraz enzimi durdurucu kodona geldiğinde,
kopyalama işlemini durdurması gerektiğini anlar ve işlem durdurulur.
KODON
138
Şekil
107
Protein üretimi için gerekli olan bilgi DNA'dan
kopyalandıktan sonra, mesajcı RNA tarafından ribozoma getirilip bırakılır.
Mesajcı RNA, yolunu hiç şaşırmadan ribozomu bulur ve tanır.
Mrna
RİBOZOM
PROTEİN
BİLGİSİ
141
Şekil
108
Her hücre Allah'ın kendisine takdir ettiği yerde ve
şekilde çalışır. Tıpkı bir fabrikada çalışan işçilerin farklı bölümlerde
uzmanlaşması gibi, her bölümde farklı hücreler çalışır ve görevlerini kusursuz
bir organizasyonla yerine getirirler.
142
Şekil
109, 110
Bölünmesi
istenen hücrelere, beyin "bölün" emri verir. Bu emri ilgili hücreye
iletmesi için uygun hormonlar salgılanır. Hormon, hücreye geldiğinde mesajını
hücre zarında bulunan algılayıcı proteine bildirir. Protein aldığı mesajı,
merkeze bildirir. Hücre de bu emri anlar, karar alıp buna göre harekete geçer.
MESAJCI
HORMON
ALGILAYICI
PROTEİN
HÜCRE
143
Vücudumuzdaki
mucizevi işlemleri gerçekleştiren hücre zarından bir kesit
145
Şekil
111, 112
Bir
dostunuz size "Merhaba" dediğinde, dostunuzun ses dalgaları kısa
sürede orta kulağa ulaşır ve kulak zarını titretir. Bu titreme üç küçük kemiğe
iletilir. Kemiklerdeki titreşimler iç kulağa iletilir ve kokleanın içinde
bulunan özel sıvıyı hareketlendirir. Kokleanın içinde, tıpkı bir arpteki teller
gibi, değişik kalınlıklarda ince teller uzanmaktadır.
MERHABA
Şekil
113
Önce
kalın teller titreşir, sonra bunu inceleri takip
eder. Sonunda iç kulaktaki on binlerce çubuk şekilli
cisimcik, kendi titreşmelerini işitme sinirlerine aktarır. Artık
"merhaba" sesi, sadece bir elektrik sinyalidir.
146
Şekil
114
Beyne ulaşan elektrik sinyalleri, nöronlar tarafından
değerlendirilir ve sese dönüştürülür. Bu sayede arkadaşınızın
"Merhaba" diyen sesini beyninizde duyarsınız.
148
Şekil
115
Von Willebrand faktörü adlı bir protein, kanda dolaşıp
durmakta olan trombositlerin kaza yerini geçmelerini önler.
VON
WILLEBARD
TROMBOSİTLER
149
Şekil
116
Trombositler, fibrojen iplikçiklerinden oluşan bir ağ
oluşturur. Trombositler ise bu ağa takılarak birikir ve tıkaç vazifesi görerek
kanamayı durdurur.
TROMBOSİT
152
Şekil 117, 118
Fagositler düşmanla göğüs göğüse bir savaş verirler.
Onların yetişemediği durumlarda devreye makrofajlar girer, ve enerji sağlamak
için vücut ısısını 39 C0 dereceye
çıkartır.
153
Şekil 119
Yardımcı T hücreleri düşmanla ilgili bilgileri öldürücü T
hücrelerine götürür.
154
Şekil 120, 121
Yardımcı T hücreleri düşmanla ilgili topladıkları bilgiyi
lenf bezlerine gönderir. Bunun üzerine lenf bezlerinde beklemekte olan B
hücreleri harekete geçer.
155
Şekil 122, 123
B hücreleri bölünerek çoğalırlar ve başkalaşırlar. Bunun
sonucunda saniyede binlerce antikor denen silah üretebilirler. Eğer antikorlar
virüsü yakalayamazsa, bu kez devreye T hücreleri girer ve MHC molekülleri
sayesinde virüsleri tespit edip yakalarlar.
156
Şekil 124
NK yani doğal katil hücreler, öldürücü T hücrelerinin
fark edemedikleri virüsleri tahrip ederler.
157
Şekil 125
Baskılayıcı T hücreleri, zafer kazanıldıktan sonra savaşı
durdururlar.
Yanda, kanser hücresiyle (pembe) savaşan savunma
hücreleri (sarı) görülmektedir.
BASKILAYICI T HÜCRELERİ
VİRÜS
BELLEK HÜCRESİ
Şekil
126
Bellek hücreleriyse, savaş sonunda, bir sonraki saldırıya
hazırlıklı olabilmek için düşmana ait bilgileri hafızalarına alırlar. Savunma
sisteminin her detayı, Yüce Rabbimiz'in örneksiz ve kusursuz yaratışının
tecellilerindendir.
159
Şekil
127
B 12 vitamini, vücuda girdikten sonra sindirim sistemine,
ardından ince bağırsaktan kan dolaşımına geçer.
160
Şekil
128
B-12 vitamini henüz midede bulunduğu sırada, mide
hücreleri B-12 vitamini için özel bir molekül üretirler. Bu molekül B-12
vitamininin yolculuğunun ileri aşamalarında ihtiyaç duyacağı bir "kimlik
belgesi"dir.
B12
MİDE
HÜCRESİ
161
Şekil
129
İnce
bağırsakta bulunan hücreler, yalın haldeki B-12 vitaminini tanıyamazlar. B-12
vitamininin bu hücreler tarafından tanınabilmesi ve yakalanabilmesi için özel
bir molekülle işaretlenmesi gereklidir.
Şekil
130
B12
vitaminine mide hücreleri tarafından verilen etiketler işte burada işe yarar,
ince bağırsak hücreleri bu etiketi tanırlar ve B12'yi kabul ederler.
Şekil
131
Bu sayede B12 vitaminleri kan dolaşımına karışmış
olurlar.
İNCE
BAĞIRSAKTAKİ HÜCRELER
B12
KAN
DOLAŞIMI
163
Şekil
132
Pankreasın sindirim sırasında devreye girmesi için özel
bir mesaja gerek vardır. Bu mesaj, kolesistokinin adlı özel bir enzimin kana
karışmasıdır. Bu enzim belli bir düzeye ulaştığında pankreas uyarılır. Bunun
üzerine pankreas, onikiparmak bağırsağına parçalayıcı enzimlerini salgılamaya
başlar.
PANKREAS
KAN
KOLESİSTOKİNİN
164
Şekil 133
Pankreas mideye gelen besinlerin nelerden oluştuğunu
ayırt eder ve bunları öğütmek için farklı enzimler salgılar.
PANKREAS HÜCRELERİ
ENZİM SALGILAYAN HÜCRE
166
Şekil 134
Mide, pankreasa hormonlar aracılığıyla bir mesaj
gönderir. Bu mesaj mucizevi bir şekilde vücut içinde yolunu bulur ve doğru
adrese ulaşır.
PANKREAS
167
Şekil 135
Pankreas hücresi, kimya konusunda herhangi bir insandan
çok daha başarılı ve bilgilidir. İnsanlar, enzimlerin kimyasal yapılarını ancak
kimya eğitimi alarak bilebilirler. Oysa bu hücreler, hiçbir eğitim
almamaktadırlar.
PANKREAS HÜCRESİ
169
Şekil 136
Her taşıyıcı protein, farklı bir molekülü taşımaktan
sorumludur. Örneğin, molekül biçiminde en ufak bir geometrik farklılık olsa
dahi, taşıyıcı sistem bunu ayırt eder ve o molekülü bırakarak taşımaz.
TAŞIYICI PROTEİN
TAŞIYICI SİSTEM
BOZUK ÜRÜN
171
Şekil 137
Kompleman proteinleri, vücuda giren düşmanlar kadar
vücuda ait hücreleri de düşman olarak görürler. Ancak vücuttaki her hücre
kendini kompleman proteinine karşı savunabilecek özelliklerle donatılmıştır.
Dolayısıyla kompleman proteinleri sadece düşmana zarar verebilir.
Şekil 138
Kompleman avcıları, bakterinin yüzeyini sararak, düşmanı
etkisiz hale getirirler.
HÜCRE
BAKTERİ
KOMPLEMAN PROTEİNİ
172
Şekil 139, 140
Kompleman proteini, savunmasız kalmış bakterinin hücre
zarında bir delik açar. Saldırı sonrasında bakteri içine su alarak patlar.
Düşmanlar, yiyici hücreler tarafından imha edilirler.
DÜŞMAN HÜCRE
YİYİCİ HÜCRELER
YİYİCİ HÜCRELER
KOMPLEMAN PROTEİNİ
174
Şekil 141, 142
Onikiparmak bağırsağında asit dengesi tehlikeli seviyeye
çıktığında, sekretin hormonu aracılığıyla bikarbonat molekülleri devreye girer.
Bu moleküller mide asidini etkisiz hale getirir.
SEKRETİN
BİKARBONAT
MİDE ASİDİ
175
pankreas
onikiparmak
bağırsağı
Bağırsak
ve pankreas, şuursuz atomlardan oluşan et parçalarıdır. Bu et parçalarının bu
kadar şuurlu davranmaları, birçok akılcı davranış sergilemeleri, Allah'ın
kusursuz yaratışının ve sonsuz ilminin bir tecellisidir.
177
yumurta hücresi
savunma hücresi
yumurta
hücresi
savunma hücresi
Annenin
savunma hücreleri embriyoyu yok etmek için yaklaşırlar. (üstte) Ancak vücuttaki
mükemmel yaratılış sayesinde yumurtaya zarar veremezler.
179
Gözle
görülemeyecek kadar küçük moleküller, birçok özelliğe, yeteneğe ve sorumluluğa
sahiptir. Onları bu özelliklerle yaratan, yoktan var eden Yüce Rabbimiz olan
Allah'tır.
181
Charles Darwin
183
Fransız biyolog
Louis Pasteur
184
Rus
biyolog Alexander Oparin
Stanley Miller
185
Evrimcilerin en
büyük yanılgılarından bir tanesi de yukarıda temsili resmi görülen ve ilkel
dünya olarak nitelendirdikleri ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini
düşünmeleridir. Miller deneyi gibi çalışmalarla bu iddialarını kanıtlamaya
çalışmışlardır. Ancak bilimsel bulgular karşısında yine yenilgiye
uğramışlardır. Çünkü 1970'li yıllarda elde edilen sonuçlar, ilkel dünya olarak
nitelendirilen dönemdeki atmosferin yaşamın oluşması için hiçbir şekilde uygun
olmadığını kanıtlamıştır.
186
-187
Editörlüğünü
Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'in yaptığı "The Life and Letters Of
Charles Darwin" (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) isimli kitabın
giriş sayfası.
Söz konusu
kitabın 285. (solda) ve 286. (sağda) sayfalarındaki Türkler'e hakaretle dolu
olan Darwin'in mektupları. Darwin'in burada "Kafkasyalı (Caucasian)
ırklar" dediği ırklar, Avrupalılar'dır. (Modern antropoloji, Avrupalı
ırkların Kafkasya bölgesinden geldiklerini kabul eder.)
DARWIN'İN
IRKÇILIĞI ve TÜRK DÜŞMANLIĞI
Charles Darwin'in
önemli fakat az bilinen bir özelliği, Avrupalı beyaz ırkları diğer insan
ırklarına göre çok daha "ileri" sayan bir ırkçı olmasıdır. Darwin,
insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini öne sürerken, bazı
ırkların çok daha fazla geliştiğini, bazılarının ise hala maymunsu özellikler
taşıdığını iddia etmiştir. Türlerin Kökeni'nden sonra yayınladığı İnsanın
Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabında, "insan ırkları arası
eşitsizliğin apaçıklığı" gibi yorumlar yapmıştır.1 Darwin söz konusu
kitabında zenciler ve Avustralya yerlileri gibi ırkları gorillerle aynı statüye
sokmuş, sonra da bunların "medeni ırklar" tarafından zamanla yok
edilecekleri kehanetinde bulunarak şöyle demiştir:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte,
medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların
yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine
edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da
genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan
ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile
daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.2
Darwin'in bu
saçma fikirleri yalnızca teoride kalmamıştır. Darwinizm, ortaya atıldığı
tarihten itibaren ırkçılığın en önemli sözde bilimsel dayanağı olmuştur.
Canlıların bir yaşam mücadelesi içinde evrimleştiklerini varsayan Darwinizm,
toplumlara uygulanmış ve ortaya "Sosyal Darwinizm" olarak bilinen akım çıkmıştır.
Sosyal Darwinizm, insan ırklarının, evrimin çeşitli
basamaklarında yer aldıklarını, Avrupalı ırkların "en ileri" ırklar
olduğunu savunmuş, diğer pek çok ırkın ise hala "maymunsu" özellikler
taşıdığını iddia etmiştir.
Darwin kendince
"aşağı ırklar" olarak gördüğü milletlerin arasında, Yüce Türk Milleti'ni
de saymıştır! Evrim teorisinin kurucusu, W. Graham'a
yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, bu ırkçı düşüncesini şöyle ifade
etmişti:
Doğal seleksiyona dayalı kavganın,
medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve
sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa
Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir
tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma bir düşüncedir. Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni
ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRK BARBARLIĞINA karşı galip gelmişlerdir.
Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından
elimine edileceğini (yok edileceğini)
görüyorum.3
Görüldüğü gibi
Charles Darwin, Büyük Önder Atatürk'ün
"Türk Milleti'nin karakteri
yüksektir, Türk Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir" ve "Türklük, benim en derin güven kaynağım, en
engin övünç dayanağım oldu" gibi sözleriyle övdüğü necip Türk Milleti
için "barbar" ve "aşağı ırk" ifadelerini kullanmaktadır.
Oysa şüphesiz insanlar arasında bir ırk farklılığı ve ayrımı olamaz. Bir
millet, ancak kültür ve ahlakıyla yükselebilir ve üstünlük elde edebilir. Büyük
Türk Milleti ise çok köklü bir kültüre ve üstün bir ahlaka sahip olan, bu
özellikleriyle tarihe yön vermiş şerefli bir millettir. Tarihteki sekiz büyük
dünya devletinden üçünün sahibi olan Türk Milleti'nin kurduğu medeniyetler,
Türk'ün yüksek kültür, akıl, ahlak ve inancıyla meydana getirdiği eserlerdir.
Darwin ise, "Türk barbarlığı",
"aşağı ırk" gibi saldırgan ifadelerle gerçekte o dönemdeki Avrupalı
emperyalist devletlerin Türk düşmanlığını ortaya koymuştur. Türklerin hakimiyet
ve gücünü elimine etmeye (yok etmeye) çabalayan bu güçler
aradıkları fikri temeli Darwinizm'de bulmuşlardır.
Bu güçler, Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nda, bu
çirkin düşüncelerini uygulamaya çalışmışlar, ancak Türk Milleti'nin azmi, aklı,
cesareti ve kararlılığı sayesinde büyük bir hüsrana uğramışlardır.
Bir ırkçı ve Türk düşmanı olan Darwin'in
bilim karşısında geçersiz olan teorilerini bugün Türkiye'de savunanlar ise
belki de farkında olmadan aynı siyasi hedeflere hizmet etmektedirler.
1
Benjamin Farrington, What Darwin Really Said. London: Sphere Books, 1971, s.
54-56.
2
Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York: A L. Burt Co., 1874, s.
178.
3 Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin,
Cilt 1. New York: D. Appleton and Company, 1888, s. 285-286.
188
Evrim
teorisini geçersiz kılan gerçeklerden bir tanesi,
canlılığın inanılmaz derecedeki kompleks yapısıdır. Canlı
hücrelerinin çekirdeğinde yer alan DNA molekülü, bunun bir örneğidir. DNA, dört
ayrı molekülün farklı diziliminden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. Bu bilgi
bankasında canlıyla ilgili bütün fiziksel özelliklerin şifreleri yer alır.
İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi
çıkacağı hesaplanmaktadır. Elbette böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf
kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.
190
Fransız
biyolog Lamarck
Lamarck zürafaların ceylan benzeri hayvanlardan
türediklerine inanıyordu. Ona göre otlara uzanmaya çalışan bu canlıların zaman
içinde boyunları uzamış ve zürafalara dönüşüvermişlerdi. Mendel'in 1865 yılında
keşfettiği kalıtım kanunları, yaşam sırasında kazanılan özelliklerin sonraki
nesillere aktarılmasının mümkün olmadığını ispatlamıştır. Böylece Lamarck'ın
zürafa masalı da tarihe karışmıştır.
191
Rastgele
mutasyonlar insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman zarar verirler. Resimde
mutasyona uğradığı için iki başlı olarak doğmuş bir buzağı görülüyor.
192
Evrim teorisi,
canlı türlerinin yavaş değişimlerle birbirlerinden evrimleştiklerini iddia eder.
Oysa fosil kayıtları bu iddiayı açıkça yalanlamaktadır. Örneğin 530 milyon yıl
önce başlayan Kambriyen devrinde, birbirinden çok farklı olan onlarca canlı
türü bir anda ortaya çıkmıştır. Bu çizimde tasvir edilen bu canlılar çok
kompleks yapılara sahiptirler. Jeolojik dilde "Kambriyen Patlaması"
olarak tanımlanan bu gerçek, yaratılışın açık bir delilidir.
198
Gözü ve kulağı,
kamera ve ses kayıt cihazları ile kıyasladığımızda, bu organlarımızın söz
konusu teknoloji ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha kusursuz yaratılmış
olduğunu görürüz.
201
Hareket
Düşünme
Dokunma
Konuşma
Görme
Tat
Alma
İşitme
Koku
Alma
Bütün hayatımızı
beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz insanlar, kokladığımız çiçekler,
dinlediğimiz müzik, tattığımız meyveler, elimizde hissettiğimiz ıslaklık...
Bunların hepsi beynimizde oluşur. Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler,
ne de görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek tek şey elektrik sinyalleridir.
Kısacası biz, beynimizdeki elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir dünyada
yaşarız. Bu bir görüş veya varsayım değil, dünyayı nasıl algıladığımızla ilgili
bilimsel bir açıklamadır.